19 Aralık 2008 Cuma

AKIL

Hastalıklar, akıldan ileri gelir. Japon Atasözü

Beyni olan her canlı, türüne ait üstün özelliklerini beyinlerinden alır. Başka bir değişle, beyin; türün üstün özelliklerine göre yapılanmıştır. Meşhur kuş beyninin en çok gelişim gösteren bölümü, denge merkezidir. Bu sayede uçma eylemini gerçekleştirebilir. İnsanın en çok gelişim gösteren bölümü ise, beyin ön bölgesidir(prefrontal cortex).
İnsanı diğer canlılardan üstün kılan akıl özelliği, beyin ön bölgesinin çalışmasıyla ortaya çıkar. Milyarlarca beyin hücresi, sayıları trilyonlara varan yollarla birbirlerine bağlanarak oluşturduğu ağ sistemiyle, insan aklına yön verir. Bu sayede insan düşünebilir. Bu nedenle insan özelliğini kazanabilmek için aklı kullanmak gerekir.
10 kolu bulunan ırmağın 100 kolu olsaydı, su baskınına daha dirençli olurdu.
Aynı bahçede bulunan meyve ağaçları arasındaki verimlilik oranı, dal sayısıyla ölçülür.
Bu örneklere benzer biçimde; beyin ön bölgesindeki ağ sisteminin yoğunluğu, aklın kullanım ölçüsünün göstergesidir. Bu bölgede bulunan hücre sayısını arttıramazsınız ancak yaşınız kaç olursa olsun, hücrelerarası bağlantı sayısına etki ederek akıl özelliklerinizi geliştirebilirsiniz.

AKIL ÖZELLİKLERİ

Öz odurki dağın arkasını göre, akıl odurki başa geleceği bile… Türk atasözü

Aklın temel özelliği, gelecekle ilgili öngörüde bulunabilmedir. Bunun için eldeki veriler çok iyi analiz edilmeli, ayrıntılı düşünme sistemiyle neden-sonuç ilişkisi kurulabilmelidir. Hatalardan ders çıkartabilme yetisi, bu özelliklerin oluşumuna katkıda bulunur.
Kişiye özel akıl sisteminin gelişmesi için sorgulama ve araştırma özelliklerinin olması gerekir. Aklın ölçüsü, içerdiği evrensel öğelerle değer kazanır. Üniversitenin sözcük anlamı olan universal, evrensel değiminden gelir. Bu nedenle üniversitelerde evrensel gerçeklik değerleri, akıl özellikleri olan sorgu ve araştırmalarla, aranır. Akıl, evrensel değerlere yaklaştıkça üstünlüğü artar.

AKLIN GELİŞİM ÖLÇÜSÜ BELİRLEYEN ETMENLER

Günlük rutin işlerin dışına çıkmayan; benzer yeme, içme, eğlence, seks davranışları gösteren; toplumun ona uygun gördüğü davranış biçimlerini sorgulamadan kabullenip uygulayan ve değişmeyen sosyoekonomik şartlar içinde yaşayan insanların beyinlerindeki ağ sistemi yoğunluğu ilerleyen yaşla birlikte hızla azalır. Toplumsal kabullere ters düşme ve sosyal durumun kaybedilmesi korkusuyla sorgulama ve araştırma özelliklerini kullanmayan insanlar, güvende olma ve sahip olma durumunu sürekli yaşamak isterler. Güvende olma ve sahip olma durumu, hayvanların içgüsel özellikleridir. Oysa insanlar, aklı kullanma ölçüsünde hayvanlardan ayrılır. Yeme, içme, cinsellik, sahip olma, güvende olma duygularını tatmin etme üzerine kurulu bir yaşamı seçen insanların akıl özelliklerini yeteri kadar kullanamadıkları açıktır.

Bağımlılık

Bağımlılık derecesi, sahip olduklarından vazgeçebilme ölçüsüyle ilgilidir. Bağımlılık derecesiyle beyin ön bölgesinin sinirsel ağ yoğunluğu arasında doğrudan bir ilişki vardır. Ağ yoğunluğu derecesi, duyarlılık düzeyiyle açıklanabilir. Duyarlı çalışma özellikleri gösteren beyin ön bölgesine sahip kişilerin akıl özelliklerini yeteri kadar kullanamadıkları görülür. Ağ yoğunluk derecesi ya da duyarlılık düzeyi, bağımlılık derecesini belirler.
Duyarlı çalışma özelliği gösteren beyin, açtır. Dopamin, adrenalin, kortizol ve benzeri hormonlar; duyarlılığı geçici olarak azaltırlar. Kişi, bu hormonları salgılatıcı davranış özellikleri göstererek açlıklarını gidermek ister. Örneğin, dikkat eksikliği olan çocuk heyecanlı bir uğraşta (bilgisayar oyunu) dikkatini uzun süre verebilir. Heyecan ile elde ettiği adrenalin ve dopamin, beyin ön bölgesinin duyarlı çalışma özelliklerini geçici sürede düzelterek dikkatini sürdürmesini sağlar. Heyecan bitince dikkat tükenir. Dikkat ile birlikte diğer beyin ön bölge özellikleride yeterince işletilemez.
Çalışma özelliklerinin düzeltilmesini isteyen beyin, kendini besleyen madde ve olaylara kişiyi yönlendirir. Gelişen bağımlılık sistemleri beyinde belirli sinir yollarının kullanımını arttıracak ancak yeni edinilmesi gereken deneyimlerin oluşturacağı ağ sistemlerinin gelişimine engel olacaktır. Irmağın kol sayısı artmayarak sabit kalacak, bir su baskınında ciddi zararlar ortaya çıkacaktır.

Şartlanma

Araştıran, sorgulayan beyinde ağ sistemleri ya da alternatif düşünce biçimleri gelişim gösterir. Kişi, toplumun ona biçtiği rolu sorgusuz kabul ettiğinde beyin ön bölge ağ sistemi gelişimi sağlanamayacak, var olan yapısal özellikler korunarak gelişim göstermediğinden yeni gelişen olaylara uyum sağlanamayacak ve sonuçta akıl özellikleri gelişimi sekteye uğrayarak sabit fikirli, muhafazakar kişilik özellikleri korunacaktır. Uyum sorunu olan sabit fikirlileri bekleyen en önemli tehlike, stres altında ya da sel baskınında gelişimi kolaylaşan genetik hastalıklara yatkınlık artışı olacaktır.

Genetik

Genetik hastalıklar, akıl özelliklerini yeterli ölçüde kullanamayan ataların mirasıdır. Hem vücudun üst düzey kontrolü hem de akıl özelliklerinin oluşumunu sağlayan beyin ön bölgesi, hayvanlarda akıl özellikleri olmadığından daha korunur yapıda kalmış olup kronik hastalık gelişim riski doğal ortamlarında ortaya çıkmamaktadır. Stres altında gelişen kronik hastalıkların nedeni, beyin ön bölgesinin akıl ve iç organların çalışması üzerine varolan denetim özelliğindendir. Akıl özelliklerinin yeterli kullanılmaması ya da şartlanmış beyinlerde kronik hastalık gelişimi klaylaşacak ve kazanılan bu özellik genler yoluyla torunlara miras olarak aktarılacaktır.

Annenin hamilelikte geçirdiği hastalıklar ve stres, dğum sorunları, bebeklik dönemi ateşli hastalıkları, özellikle son 100 yıl içinde artan ağır metal etkisi, kafa darbeleri; beyin ön bölge çalışma özelliklerini etkileyerek insanın akıl gelişimi önünde engel oluşturan etmenler arasında yer alırlar.

AKIL GELİŞİMİNİN SAĞLANMASI

Öncelikli hedef “idrak” olmalıdır. Kişi, akıl zaafiyeti olduğu idrakını kabul etmeli ve sorumluluğu kendi üzerine almalıdır. Bu, motivasyon(güdülenme) için gereklidir. Çünkü akıl, uzun süreli motivasyonu sağlamaya yeterli olamaz. Olsaydı, zaafiyeti olmazdı.
Uzun süreli motivasyonu sağlamak için ön koşul “inanç”tır. Aklın gelişimine inancı olan, aklın zaafiyet ölçüsüyle başaçıkabilir ve uzun soluklu motivasyonu sağlayabilir.
Hedef belirlenmeli, karar verilmeli ve sonuna kadar verilen karar sorgulanmadan uyulmalıdır.
Kısaca önce idrak etmek ya da farkındalığı arttırmak, sonra inanmak ve ardından motive olmak.
Bilimsel veriler, beyin ön bölge hücre sayısını artırabilmenin olanaksız olduğunu bildirmekle birlikte bu hücreleri birbirine bağlayan ağsistemi artışının akıl özellikleri üzerindeki olumlu etkilerini kabul ediyor. Ağ sistemi gelişimini sağlamak için “değişmek” ya da “yenilenmek” gereklidir. Değişebilen her özellik yeni bağlantı sistemleri kurarak akıl gelişimini sağlayacaktır. Değişim için öncelikle sorgulamak gerekir. Çünkü aklın zayıf olmasını sağlayan neden, o ana kadar sürdürülen “yaşam biçimi”dir. Değişmesi gereken de o”dur.
Gidilen yol yanlış; değişmeli, değişim göstermeli!
Değişebilmek için öncelikle bağımlılıklardan kurtulmak gerekir. Nelere bağımlısınız? Vazgeçemeyeceğiniz şeylerin listesini çıkartarak başlayan. Kolaydan zora doğru.
Önce beslenme; beynin düşmanlarında kurtulun. 1.Meyve hariç şekerli her şey; 2.beyaz unlu tüm ürünler, ekmek ve makarna dahil. Doğal olmayan tüm besin ürünlerinden kurtulmaya çalışın. Sofranızdan, üzerine limon sıkılmış yeşilliği eksik etmeyin. Yağlar iyidir. Çünkü doğaldır. Zeytinyağını her yemekte kullanabilirsiniz. Süt yerine ürünlerini tercih edin. Yoğurdu fazla değil kararınca yiyin. Uyku veren, uyuşturan besinlerden(sarımsak, soğan vb.) uzak durun. Beyin gelişimine katkısı olan doğal beslenme desteklerini kullanın.
Sonra; düzenli spor, her gün 1 saatlik yürüyüşle başlayıp tempo ve süreyi zaman içinde arttırın. Masa tenisi beyin gelişimine en çok katkıda bulunan spordur. “Spor beyni parlatır.”
Evinizde bulunan tüm plastik ürünlerden bir an önce kurtulun. Tahta ya da porselen gibi doğal ürünlerle değiştirin. Alışverişte ipten örülmüş file kullanın.
Çevrenizi genişletin. Farklı düşüncedeki insanlarla birlikte olun. Hiç okumadığınız bir gazeteyi okumaya başlayın. Her gün farklı yollardan işinize gidin. Farklı koltuklara oturun. Farklı giyinmeyi deneyin. Tuttuğunuz takımı değiştirin. Bir süre sonra farklı spor dalıyla ilgilenin.
Size çok ters gelse bile hemen tepki vermeyin. Kendinizi onun yerine koyun.
Hiç bilmediğiniz bir konu üzeriMetin Renginde araştırma yapın. Dünyanın en büyük kitaplığı olan interneti kullanın. Konu üzerinde yazı yazın, tartışın.
Değişim hakkında kitaplar okuyun.
Yaşam tarzınızı belirleyen toplumsal yargıları sorgulamadan, aklınıza yatmadan kabul etmeyin. Kabul ettikten sonra bile sorgu Metin Rengikapısını aralık bırakın.

Anne ve babamdan aldığım bilgileri aklım yatıncaya kadar sorgulayacağım. Gazali

AKIL VE İSLAM

"Tasavvuf; gerçekleri almak, mahlûkatın elinde olan şeylere gönül bağlamamaktır.
Gerçekleri almak, hak ve hakikat olmayan, yani doğru olmayan her şeyi bırakıp, ancak ilahî hakikatleri edinmeye çalışmaktır.
"Tasavvuf, eşyanın hakikatine bakıp, halkın bildiğini terketmektir."
Eşyanın hakikatine bakmak, mahiyetini tetkik etmek, sebeb-i hilkatini düşünmek, neye yaradığını araştırmak, nasıl istifade edileceğini öğrenmek demektir. Zira halk, yalnız görülen evsaftan bazılarını görür geçer; ârif tetkik ile mükelleftir. (Ma'ruf El-Kerhî-İslam Alimleri Ansiklopedisi)
Tasavvuf uygulamalarında yoğun ibadetler göze çarpar. 5 vakitte toplam 17 rekat farz olan namaz, mutasavvuflarda günde 1000 adeti geçebilir. Mutasavvuf, oruç tutmak için ramazan ayını ya da 3 ayları beklemez. Oruç süreleri bir günü taşarak, bağlamalı oruç ile 2 hatta 3 gün sürer. Zikir, günlük hayatın parçası olup sürekli uygulanır haldedir. Hz Muhammed; yılın 3 ayını, her pazartesi ve perşembe gününü ve diğer kimi özel günleri oruçlu geçirirmiş. Bu süre, yılın yarısına denk geliyor.
Gün içinde oruç tutmak gibi kısa süreli açlık durumlarında beyin, depo ettiği şeker ile birlikte laktik asiti kullanır. Şekersiz kaldığında ise ana yakıtını, yağlardan gelen keton cisimlerini kullanır1.
Açlık durumunda mideden ve pankreastan iştah açıcı özelliği olan ghrelin hormonu salınır. Bu hormon beyinde, hipotalamustan da salınarak beyin hücrelerini koruyucu (nörotropik) etki gösterir2. Hipotalamus’ta serbest radikallerin birikimini önler3. Beyin ön bölge işlevleri güçlendirir, çevreye uyumu ve öğrenme gücünü arttırır4. Ghrelin verilen deney hayvanlarının depresyon gibi beyinden kaynaklı kimi hastalıklara karşı direnç geliştiği bildirilmiştir5.Mideden ve pankreastan salınan ghrelin hormonu, açlıkta beyine geçerek etkisini gösterir6 . Ve, açlık durumunda beyin hücrelerinin plastisite (hücreler arası yeni bağlantıların oluşması) özelliği artar7.
Görüldüğü üzere orucun beyin üzerine koruyucu ve geliştirici etkileri vardır.

Karnının doyduğunu düşünenin aklı her zaman aç kalır. Çin Atasözü

Sözcük tekrarı (word repetition), felç geçiren hastaların rehabilitasyonunda kullanılan ve başarılı olan bir yöntemdir8,9. Belirli sözcüklerin tekrarı ile beyinde, kişiler arasında farklılık gözlenmesine rağmen, dokulara sağlanan oksijen oranında artış olduğu gözlenmiş10. Sözcük tekrarının belleği güçlendirici etkisi olduğu yapılan çalışmalarla gösterilmiş11,12.
Ayrıca günde 5 kez kılınan namazın sözcük tekrarı etkisini unutmamak gerekir.
Mutasavvufların oruç tutarken, zikir çekerken ve namaz kılarken beyinlerinde belirgin değişimi sağladıkları anlaşılmaktadır.
Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Prof. Dr. M. Şevki Aydın, Diyanet Dergisinde yayımlanan yazı serilerinde; ezberci, empoze edilen ve kalıplara dayalı bir din anlayışı yerine, seçimlere dayanan, özgürlükçü bir din eğitiminin verilmesi gerektiğini; ezberci, empoze edici, kalıplayıcı bir din eğitiminden geçen bireyin inanıp bağlanmasının, edilgen olacağını belirterek bu bağlanış; sorgusuz sualsiz, körü körüne bir boyun eğiş, bir itaat durumu oluşturduğunu; bu bağlanma hali, onun adına başkaları tarafından seçilip dayatıldığı, onun kendi özgür iradesiyle seçip kararlaştırdığı bir bağlanma durumu söz konusu olmadığı, kişinin otorite olarak gördüklerinin, kendinden beklentilerini yapmaktan başka bir şey düşünememekte olduğu görüşlerini bildiriyor. Ayrıca, “açık toplumun şartlarıyla baş ederek dindarca yaşamayı becerebilmek, kapalı toplumla kıyaslanamayacak ölçüde zordur; oldukça iyi bir bireysel donanıma sahip olmak gerekmektedir. Özgür ve bağımsız bir kişilik geliştirememiş bireylerin bunu başarması mümkün değildir”görüşlerine yer veriliyor.

Allah Teâlâ akıldan daha değerli bir şey yaratmamıştır. Hz. Muhammed( s.a.s)

Dikkat ediniz! Akıl deniyor, insan değil! İnsana akıl özelliği veren beyin ön bölgesi çıkartıldığında geriye yaşayan bir canlı kalır. İnsan olmanın ön koşulunun aklı yeterince kullanabilmek olduğu açıktır. Şartlanmış toplum özelliklerini sorgulamadan kabul eden ve İslamın değeri olarak gören insanlar, akıl özelliklerini yeteri kadar kullanamamak tehdidiyle karşı karşıyadırlar. Bu tehdit, İslamın özünü anlamak için akıl özelliklerini kullanmaktan geçer. Akıl özelliklerini etkin bir biçimde kullanabilmeyi, gerçek anlamıyla bağımlılıklarından ve şartlanmalardan kurtulmuş özgür bireyler gerçekleştirebilir.

Dr. Güçlü Ildız
Nöroloji Uzmanı
dr@gucluildiz.com

Bu makale, Dr Güçlü Ildız’ın Doğan Kitap tarafından yayımı 2009 yılında yapılacak olan kitabından derlenmiştir.

Kaynaklar
1. Ketone bodies as a fuel for the brain during starvation Oliver E. Owen
Biochemistry and Molecular Biology Education Volume 33 Issue 4, Pages 246 – 251 2006
2. Mondal, M.S.,(2005). Identification of ghrelin and its receptor in neurons of the rat arcuatenucet al. Regul. Pept 126: 55–59
3. UCP2 mediates ghrelin's action on NPY/agrp neurons by lowering free radicals Zane B. Andrews et al Nature 454, 846-851 2008
4. Hunger hormone tied to learning. The Scientist 2007
5. Lutter M, et al "The orexigenic hormone ghrelin defends against depressive symptoms of chronic stress". J Nat Neurosci. 11: 752. 2007
6. Effects of triglycerides, obesity, and starvation on ghrelin transport across the blood-brain barrierpeptides. 2008 Jul 17Banks WA
7. Horm Behav. 2006 Nov;50(4):572-8Understanding eating disorderssödersten P, Bergh C, Zandian M.
8. Language-related brain function during word repetition in post-stroke aphasics ABO Masahiro et al Neuroreport 2004, vol. 15, no12, pp. 1891-1894
9. Role of the Nondominant Hemisphere and Undamaged Area During Word Repetition in Poststroke Aphasics A PET Activation Study Masashi ohyamastroke. 1996;27:897-903
10. Nonlinear Changes in Brain Activity During Continuous Word Repetition: An Event-Related Multiparametric Functional MR Imaging Study
R.E. hagenbeekaamerican Journal of Neuroradiology 28:1715-1721, October 2007
11. Word repetition in amnesia. Electrophysiological measures of impaired and spared memory. Brain 123 ( Pt 9):1948-63 2000 J M Olichney
12. The effect of immediate and delayed word repetition on event-related potential in acontinuous recognition task Myung-Sun Kim Cognitive Brain Research
Volume 11, Issue 3, June 2001, Pages 387-396

Cinsellik tercih değil, kimliktir.

Beyinde, her iki göz sinirinin çapraz yaparak oluşturduğu yapının hemen önünde, preoptik bölge bulunur. Preoptik bölgenin her iki beyin yarısına simetrik konumunda yerleşim gösteren birer adet “çekirdek” bulunur. Bu çekirdeklerin orijinal adı: sexually dimorphic nucleus, Türkçe açılımıyla; cinse bağlı iki farklı yapı gösteren çekirdek’dir. Her cins için farklı yapıda olan bu çekirdekler, erkeklerde kadınlara oranla 2 misli büyüktür. Homoseksüel erkeklerde öldükten sonra yapılan beyin çalışmalarında bu çekirdeklerin olması gerekenden daha küçük olduğu görülmüştür.
Anne karnında, cinsel organların gelişim döneminde artan erkeklik hormonu(testosteron) etkisiyle bu iki çekirdek büyüyerek erkek cinsel kimlik özelliğini oluşturmaktadır. Ortamda yeterli testosteron’un olmaması, dişi cinsel kimlik özelliği gelişimine neden olmaktadır. Doğumu takip eden ilk hafta sonrası, dişilerde bulunan çekirdeklerde hücre ölümünün olduğu (apopitosis) ve çekirdek boyutlarının küçüldüğü görülmektedir. Hayvan deneylerinde; çekirdekleri tahrip edilen erkekler, dişilere benzer cinsel davranış özellikleri göstermiştir.
Beyin çalışma özelliklerini sağlayan milyarlarca hücre ve trilyonlarca hücrelerarası yollar; her kişiye benzersiz akıl ve davranış özellikleri kazandırır. Bu nedenle her beyin özeldir, tektir, benzersizdir. Kişiye özel çalışma özellikleri gösteren beynin aynı cins içinde farklı cinsel davranış özelliklerine sahip olması da yadırganmamalıdır.
Cinselliği erkek ağırlığında oluşan kişi, istese bile kadınsı kimlik içine giremez. Tersi de doğrudur.
Toplumsal baskılarla cinsel kimliğini yaşayamadığı ve hatta farkında bile olamadığı için mutsuz yaşam süren insanlar bugün toplumun her kademesinde bulunmaktadır.
Nörolojik bilimler referans alındığında, ana karnında belirlenen cinsel kimlik olgusu tercih ya da sapkınlık olamaz. Farklı cinsel kimlikleri kabul etmek, bilime saygısı olan toplumların özelliğidir.

Dr Güçlü Ildız
Nöroloji Uzmanı
dr@gucluildiz.com

Sarhoş Hasta Sendromu

Bir makine düşleyelim. Bir tarafından şeker veriyorsunuz, diğer taraftan saf etil alkol alıyorsunuz. Aklınıza şarap fabrikası geliyor değil mi? Bir taraftan üzüm suyu giriyor, diğer taraftan şarap çıkıyor.
Peki, bu fabrika sizin vücudunuzsa eğer? Neler düşünürsünüz o zaman? Yediğiniz baklava, çikolata, şekerlemeler; alkole dönüşüyorsa vücudunuzda?
İşte kandida adı verilen ve barsaklarda bulunan mantarlar, gıdalardan aldığınız sofra şekeriyle imal edilmiş ürünleri ve unlu mamülleri önce piruvat’a sonradan asetaldehid ve karbondioksit’e dönüştürüyor. Asetaldehid, hem karaciğer hem de mantar tarafından etil alkol’e dönüştürülüyor. Açığa çıkan karbondioksitin etkisiyle karnınızda şişkinlik oluşuyor1,2.
Normal barsak ortamında bir miktar kandida’nın olması yadırganamaz. İnce ve kalın bağırsağın hayvanat bahçesinde daha ne canlılar yaşıyor. Normal şartlar altında barsaklarda bulunan mikroorganizmaların orantılı bir nüfusu var. Belli bir düzeyi geçmedikten sonra azınlıkta olmaları herhangi bir sıkıntıya yol açmıyor. Ancak bifidobakteriyum ve laktobasillus adlı faydalı bakterilerin azalmasıyla hayvanat bahçesindeki denge kandida lehine bozuluyor. Antibiyotikler, antiasitler, mide ülseri ve reflü ilaçları, doğum kontrol hapları, şekerli ve beyaz unlu besinler, hormonlu besinler, tedavilerde kortizon kullanımı, klorlu su içilmesi, bağırsak parazit enfeksiyonları, alkol kullanımı, tetkik öncesi kullanılan barsak temizleyici ilaçlar, yağsız beslenme, kanser tedavileri(kemoterapi, radyoterapi) ve şeker hastalığı; faydalı bakterilerin azalmasına ve barsaklarda kandida nüfüsunun patlamasına yol açıyor3-6.
Yukarıda sıralanan etmenler nedeniyle barsakta sayıları artan kandida türleri öncelikle şekere, alkole ve unlu mamüllere olan iştahı kamçılıyor. Alınan bu besinler kandida sayısının daha da artmasına neden oluyor ve sonuçta kronik alkol zehirlenmesi oluşuyor1,2,7.
Asetaldehid; kırmızı kan hücre işlevini bozarak dokulara oksijen taşınmasını azaltıyor, beyinde hücrelerarası ilişkileri sağlayan maddelerin (nörotransmiter) ve oksijen ile birleşerek beyin hücrelerinin etkinliğini azaltıyor8.
Bağışıklık sistemini baskılayan ve immünosupresif olarak kullanılan bir madde olan gliotoksin, kandida tarafından salgılanarak vücudun savunma sistemleri zayıflatılıyor9.
Kandida, barsak geçirgenliğini arttırarak(Leaky Gut Syndrome) allerjen özelliği olan büyük maddelerin vücuda girmesini sağlıyor ve allerjik reaksiyonların gelişmesine neden oluyor10-11.
Faydalı bakteriler, enerji kaynağı olan kısa zincirli yağ asitleriyle B ve K vitaminlerinin oluşumunu sağlarlar. Ayrıca, bağışıklık sistemini güçlendirir, pH dengesini sağlar, zararlı bakterilerden korur, ilaç, hormon ve kanser nedeni olan maddelerin zararlarını önlerler. Faydalı bakterilerin azalmasıyla hastalık gelişim süreci daha da hızlanır1,3,6.
Barsak kandida oranının artması ve faydalı bakterilerin azalması sonucu gelişen yakınmalar, 50’ye yakın madde halinde sıralanabilir. Kısaca; beyin çalışma özelliklerini bozarak baş ağrısı, baş dönmesi, dengesizlik, başta hissedilen ses, uyku bozuklukları, yorgunluk hali, unutkanlık, depresyon, mizaç değişiklikleri, görme sorunları; mide-barsak sistemini bozarak İBS( spastik kolon, kolit), distansiyon(karında şişlik), kabızlık vb.; kokulara karşı hassasiyet, geçmeyen prostat ve vajinal iltihaplar, tekrarlayan sistit ve böbrek enfeksiyonları, kronik sinüzit, geniz akıntısı, egzema, kas ve eklem ağrıları, astım benzeri yakınmalar ve de özellikle her türlü allerjik yakınmalar1,2,5,7,12-25.
Klinik uygulamalarda sıklıkla tedavilerden fayda görmemiş, geçmeyen mide-bağırsak yakınması olan; uzun süreli yorgunluk, halsizlik, isteksizlik yakınmaları olan; diyabet(şeker) hastalığı, hipertansiyonu olan; yaygın vücut ve eklem ağrıları, baş ağrıları ve baş dönmesi olan kişilerde azımsanmayacak oranda kandida enfeksiyonu olduğu görülmektedir.
Uzun süreli ve geçmeyen yakınmalarda mutlaka düşünülmesi gereken bir hastalık olan kandida enfeksiyonuna yakalanan kişiler, gereksiz yere kullandıkları hormon ilaçları, antibiyotikler, mide ve bağırsak ilaçlarıyla enfeksiyonun daha da güçlenmesine neden oluyorlar. Ayrıca şekerli ve unlu besin maddeleriyle oluşturulmuş, yağdan kısıtlı diyetler; kandida türünün üremesine kolaylık sağlayan beslenme biçimlerini oluşturuyor.
Kandida, az sayıda normal bağırsak florasında bulunması nedeniyle tanısını kesin olarak koymak zor oluyor. Bu nedenle klinik uygulamalarda tanısını koyamayan hekimler, kandida enfeksiyonunu gözardı etmek zorunda kalıyorlar. Kandida’nın ürettiği şeker alkolu olan arabinitol(arabinoz) kan ve idrarda saptanabilir27,28. Ancak rutin laboratuvar hizmetlerinde arabinoz çalışılmıyor.
Tanısı kesin konulamasa da tükrük testiyle kandida enfeksiyonu bir ölçüde saptanabilir. Bunun için sabah aç karnına, bir bardak içme suyuna tükürülerek basitçe test uygulanabilir. Normalde su yüzeyinde hava kabarcıkları dışında bir görüntünün oluşmaması gerekir. Suda bulanıklık, bulutsu görünüm, su dibinde çöküntü görülmesi; testin pozitif olduğunun işaretleridir.
Sayılan yakınmaları yıllarca yaşayan, tetkiklerden ve tedavilerden sonuç alamayan hastalar alternatif yollar denemekte, kimi zaman denk gelen mantar tedavisinden ve doğal yöntemlerden kısa ya da uzun süreli fayda görmektedirler.
Kandida tedavisinde ilk hedef, beslenme tarzını değiştirmek olmalıdır. Rafine ya da sofra şekeri içeren besinleri kesmeyen, unlu besinlere hayır diyemeyen, alkolu ve yağsız beslenme biçimini bırakamayan kişilerin tedavisi olası görünmemektedir.
Son yıllarda yaratılan kolesterol düşmanlığı sonucunda uygulanan yağdan kısıtlı diyetlerin barsakta kandida nüfusunu arttırdığı açıktır. Asıl sorun doğal beslenmemektir. Yağlar doğaldır ve kandidanın baş düşmanıdır. Vücudun temel yapı taşları olan yağların alınımının azaltılması, doğal ve gerçekçi olmayan bir yöntemdir. Önceki yazılarımda da sıklıkla kaynak gösterdiğim bir yayında, son 10 yıl içinde şeker ve unlu mamüllerin diyetten çıkartılması ve yağ oranlarının arttırılmasıyla ilgili yapılan yayınların gözden geçirildiği makalede; beyin, kalp ve diğer hastalıklarda belirgin düzelmenin olduğu saptanmıştı26. Bu makalenin yorum bölümünde şu sözcüklere yer veriliyor; Hayretle farketmekteyiz ki yüksek yağlı yiyeceklerin insanları şişmanlattığı ve kolesterol düzeylerini arttırdığı doğru değildir.
Kısaca, öncelikle doğal beslenme yöntemi uygulanmalı, bu amaçla meyveler dışında her türlü şekerli gıdalar ve unlu mamüller diyetten çıkartılmalı; et, yağ, sebze ve meyvelerle birlikte doğal olan kuruyemiş, kurumeyveler yenilmelidir. Süt diyetten çıkartılmalı, süt ürünleri kullanımı kısıtlanmalıdır.
Doğum kontrol hapları, mide koruyucu ilaçlar, antibiyotikler, kolesterol düşürücü ilaçlar, tıbbi zorunluluk durumları dışında ve uzun süreli kullanılmamalıdır.
Bağırsak hareketliliğinin arttırılması amacıyla düzenli, günlük yürüyüş yapılmalıdır.
Uygun beslenme ile önce kandidanın çoğalması önlenilmeli ve ardından bir hekime danışılarak mantar tedavisi için önerilen mantar ilacı kullanılmalıdır. Ek olarak, normal bağırsak florasını geri yerine koymak amacıyla probiyotik içeren ilaçlar kullanılmalıdır. Ayrıca balık yağı (omega III), magnesyum tozu ve B vitaminlerinin destek olarak alınmasında fayda olacaktır.
Haftada bir kez tükrük testi tekrarıyla enfeksiyon durumu takip edilebilir.


Dr. Güçlü Ildız
Nöroloji Uzmanı
dr@gucluildiz.com

Kaynaklar
1. The Yeast Connection: A Medical Breakthrough, William G. Crook Vintage; 1986
2. Gut fermentation (or the 'Auto¬brewery') Syndrome: A New Clinical Test with Initial Observations and Discussion of Clinical and Biochemical Implications. Hunnisett A, Howard J, Davies S. J.Nutr.Med. 1990;1:33¬8
3. The Candida-Yeast Syndrome, Ray C. Wunderlich Jr., McGraw-Hill; 1998
4. Samonis G and Dassiou M, (1994a). Antibiotics affecting gastrointestinal colonization of mice by yeasts. Chemotherapy 6: 50-2.
5. Danna P, Urban C, Bellin E and Rahal J, (1991). Role of Candida in pathogenesis of antibiotic associated diarrhoea in elderly patients. Lancet 337: 511-14.
6. How to Stop Candida & Other Yeast Conditions in Their Tracks, Valerie Saxion Bronze Bow; 2003
7. Kroker GF, Chronic Candidiasis and Allergy In: Brostoff J and Challacombe SJ. Food Allergy and Intolerance.850 – 872. London: Bailliere-Tindall. 1987
8. Truss CO, Metabolic abnormalities in patients with chronic candidiasis: the acetaldehyde hypothesis. Journal of Orthomolecular Psychiartry 13: 66-93. 1984
9. Shah D & Larsen B, Clinical isolates of a yeast produce a gliotoxin-like substance. Mycopathologica 116: 203-208. 1991
10. Gut Permeability Measured by Polyethylene Glycol Absorption in Abnormal Gut Fermentation as Compared with Food Intolerance. EatonK, Howard M, McLaren-Howard J. J. R. Soc. Med. 1995;88:63-66.
11. Scand J Gastroenterol.. Luminal bacteria and small-intestinal permeability. Riordan SM, McIver CJ, Thomas DH, Duncombe VM, Bolin TD, 1997;32(6):556-63
12. Cecal colonization and systemic spread of Candida albicans in mice treated with antibiotics and dexamethasone. Bendel CM, et al. Pediatr Res.. 2002 Mar;51(3):290-5
13. Gastrointestinal colonization by Candida albicans mutant strains in antibiotic-treated mice. Wiesner SM, et al. Clin Diagn Lab Immunol. 2001 Jan;8(1):192-5
14. Role of antibiotics and fungal microbiota in driving pulmonary allergic responses. Noverr MC, et al. Infect Immun. 2004 Sep;72(9):4996-5003.
15. Yeast metabolic products, yeast antigens and yeasts as possible triggers for irritable bowel syndrome. Santelmann H, et al. Eur J Gastroenterol Hepatol. 2005 Jan;17(1):21-6
16. A link between irritable bowel syndrome and fibromyalgia may be related to findings on lactulose breath testing. Pimentel M, et al. Ann Rheum Dis. 2004 Apr;63(4):450-2
17. Small intestinal bacterial overgrowth: a framework for understanding irritable bowel syndrome. Lin HC.et al. JAMA. 2004 Aug 18;292(7):852-8.
18. Role of intestinal flora in the development of allergy. Kalliomaki M, Isolauri E. Curr Opin Allergy Clin Immunol. 2003 Feb;3(1):15-20.
19. Mucosal antibodies in inflammatory bowel disease are directed against intestinal bacteria. Macpherson A, et al. Gut. 1996 Mar;38(3):365-75.
20. Effects of intestinal microflora and the environment on the development of asthma and allergy. Bjorksten B. Springer Semin Immunopathol. 2004 Feb;25(3-4):257-70.
21. Small-bowel bacterial overgrowth in children with chronic diarrhea, abdominal pain, or both. Boissieu D, et al. J Pediatr. 1996 Feb;128(2):203-7.
22. Steroid metabolism with intestinal microorganisms. Groh H, et al. J Basic Microbiol. 1993;33(1):59-72.
23. Major depressive disorder: probiotics may be an adjuvant therapy. Logan AC, Katzman M. Med Hypotheses. 2005;64(3):533-8.
24. Chronic fatigue syndrome: lactic acid bacteria may be of therapeutic value. Logan AC, et al Med Hypotheses. 2003 Jun;60(6):915-23.
25. Chronic intestinal candidiasis as a possible etiological factor in the chronic fatigue syndrome. Cater RE, Med Hypotheses. 1995 Jun;44(6):507-15.
26. The Ketogenic Diet: One Decade Later John M. Freeman, MD, Eric H. Kossoff, MD and Adam L. Hartman, MD Pedıatrıcs Vol. 119 No. 3 March 2007, pp. 535-543
27. Rate of arabinitol production by pathogenic yeast species. Bernard EM, et al. J Clin Microbiol. 1981;14(2):189-194.
28. Determination of serum arabinitol levels by mass spectrometry in patients with postoperative candidiasis. Lehtonen L,et al. Eur J Clin Microbiol Infect Dis. 1993;12(5):330-335.

14 Mart 2008 Cuma

Bilimin Gör Dediği...

İnsan ufkunu açan kuantum fiziğinin bilimsel gerçekliği “maddenin özü madde değil; fikirler, kavramlar ve bilgidir” diyor. Bu üç öğenin vücut bulduğu yer ise düşüncedir. Düşünen insan bilinçlidir. Bilinç ise tam anlamıyla bedeni yaratır. İnsan bilinci gözardı ederek, bedenlere iyilik hali verilemez. Hastalıklar düzeltilemez.
Beyin vücudu, hormonal ve sinirsel yolları kullanarak kontrol eder. Rehberliği ise beyin-beden ilişkisini bütünleştiren hologram yapısından alır. Beyinde oluşan her düşünce, bedende bulunan her hücreden hissedilir. Dolayısıyla hekimler için öncelikli rehber beyin olmalıdır. Beyin çalışma özelliklerini değerlendirip düzeltebilme yöntemi, güncel ve gelecek hekimlik anlayışının temeli olmalıdır.
Günümüz sağlık anlayışı ve yansıması olan uygulamaları, hastaları birer hastalık olarak görme durumunda olup insanı bütün olarak değerlendirmekten ziyade maddenin tamirine yöneliktir. Oysa o hastalığın nedeni ve tedavisi; organa yönelik olan tetkiklerle ve sadece yakınmaları bastıran ilaçlarla değil, düşüncede aranmalıdır. Ayrıca madde olarak organa yönelik geçici tedavi yöntemleri, altta yatan asıl sorunu düzeltemeyeceğinden, gelecekte olaşacak olan diğer hastalıkların da gözardı edilmesine yol açacaktır.
Her yakınmayı dindiren ilacı bulabilirsiniz ancak ilaçlarla nedeni ortadan kaldıramazsanız. Çünkü neden; bedenin mimarı, düşüncenin uygulayıcısı olan beyindir.
Yakınmalar tabi ki durudurulmalıdır. Ancak sonrasında beyin araştırılmalı ve kaynak temizlenmelidir.
Tıp fakültesinde 1.sınıf deontoloji dersi şu özlü değişle başlar.
Hastalık yoktur, hasta vardır.
“Her hasta kendine ait özellikleriyle değerlendirilmeli, yaklaşımlar ona göre düzenlenmelidir” der. “Hastalar değerlendirilirken genellemelerden uzak durulmalıdır” der.
3.sınıf klinik bilimlere giriş ile birlikte hastalar unutulur. Tüm yöntem ve yönelimler, hastalıklar ve tedavileri üzerine gelişir. Hastalıkları sınıflandıran yöntemler genç beyinlere dikte ettirilir. Hastalar insan değil; kol, bacak, kulak, göz, kalp’dir artık.
Bu etik anlayış içinde mesleğini alan bir hekim başka bir anlayış içinde olabilir mi? Akıl-bilinç özelliklerine en çok değer vermesi beklenen psikiyatri uzmanları bile hastalıkları ilaçlarla tedavi yönüne gitmektedir. Üstelik hastalardan aldıkları subjektif veriler üzerine kurdukları tanı yöntemlerini, nasıl çalıştığını bilmedikleri beyin üzerine etki eden ilaçlarla tedavileri bina ederler. Beyine yaptıkları bu saygısız saldırı dışında da başka bir seçenekleri yoktur. Çünkü ilaç tedavisi kabul görmüş, sistem yeri yerine oturmuştur. Sistemi sorgulama gereği duyulmamıştır.
Akıllarının bir köşesinde yeralan ve zaman zaman vicdan muhasebesi yaptıran acaba şüphesini, araştırma olanağı olmadığı ve elinden bir şey gelmeyeceği savunmasıyla bastırırlar. Bastırmak zorundadırlar çünkü üniversitelerde yapılacak araştırmalar sisteme uyumlu olmalıdır. Kimse sistemin dışında kalmak istemez. Sürünün elemanı olma bilincinin verdiği korunma ve rahatlık duygu-durumunu bırakıp kim sistemi sorgulama yoluna gitmeye cesaret edebilir. Üniversite dışında kalan bağımsızların mazareti ise günlük yaşamın koşturmacasında ne zamanları vardır ne de olanakları…
Hekimler hastayla uğraşmak istemezler. Eğitimleri öyle gerektirir. Muayene et, tetkik iste, reçete yaz ve gönder. Hasta ise anlatmak ister. Derdini anlatmaktaki ihtiyacı paylaşım isteğinden gelir. Paylaşsın ki karşıdaki daha iyi anlayabilsin diye… Ancak hekimler hastanın çok konuşmasını istemezler. Materyalist yaklaşımı içinde, sorunu tahlil sonuçlarıyla bulacağı öğretisiyle yetişmiş. Bu yol alternatifsiz, kesin ve bilimseldir (!). Hastanın ne dediği değil tahlil sonuçlarının ne gösterdiği önemlidir. Materyalist dünyanın materyal insanıdır hasta…
Bir yakınmayla çıkarsınız hekim karşısına… Tahlil sonuçları, örneğin kan şekerinin yüksek olduğunu gösterir ve yafta yapıştırılır. Sizde şeker hastalığı var.
Zaten duyarlı olan beyin çalışmasının yükselttiği kan şekeri, aldığı bu haber ile büsbütün hastalık duygusuna bürünür. Hologram etkisiyle bedeninin tüm hücreleri, şeker hastası olduğu konusunda yoğun bir bilgi bombardımanına uğrar. O artık benliğinde ve bedeninde hasta olma olgusunu iyice kabullenmiştir. Kullandığı şeker düşürücü ilaçlar, şeker hastası olma bilincini kazanmış hücrelerle savaşır artık, yaşamının sonuna kadar… Sık sık diğer uzman hekimlere görünür, acaba şeker organları vurmuş mu diye! Hastalığın yayılma beklentisi içinde bedenini besleyen beynin başka bir seçeneği kalmamıştır artık. Hastalığı yaymak zorundadır tüm hücrelere…
Homestaz (homestasis), bedenin normal çalışmasını ifade eder. Allostaz (allostasis), homestaz bozulmaya başladığında gelişen vücut çalışma değişikliklerine verilen addır. Allostatik yüklenme (allostatic load ya da over load) ise hastalığın adıdır. Homestaz ve allostaz oluşumu ya da vücudun kontrolü, beyinde bulunan hipotalamus aracılığıyla sağlanır.
Kanserden şeker hastalığına, kan basıncı yüksekliğinden depresyona kadar geniş bir yelpaze içinde olan hastalıkların gelişim yeri, beyinde yer alan ve hem hormonal hem de sinirsel yollarla vücudun çalışmasını sağlayan hipotalamusun normal dışı çalışmasıdır. 1-15
Hipotalamus, diğer beyin yapılarından ve özellikle beyin ön bölgesinden (prefrontal korteks) kontrol edilir.16- 29
Beyin ön bölgesi (PFK), ıbeynin yönetim merkezidir. Zaman yönetimi, yargılama, planlama, düzenleme, davranış kontrolü, ayrıntılı düşünme ve etkiye gösterilen tepki (dürtü kontrol) düzenlenmesi bu bölgede gerçekleşir. Nerede, ne şekilde tavır ve davranışlarımızın olabileceği, amaca ulaşmak için gereken davranış modeli, işin oluşması için gereken yönetim şekli, olgun ve etkili kişilik özellikleri bu bölgede şekillenir. Neyi, nasıl, ne şekilde söyleyeceğimize karar verir. Dengeli davranmamızı, iş ve sosyal deneyimlerin sentezini yaparak alternatifleri doğru saptamamızı sağlar.
Örneğin iyi çalışan bir prefrontal bölgeniz varsa, eşinizle olan bir tartışmayı kolaylıkla tatlıya bağlayabilirsiniz. Duyarlılık var ise davranışlarınız tartışmanın daha da büyümesine yol açacaktır. Kuyrukta bekleyemeyen sabırsız kişiye öndeki yerini veriyor ise sabırsız olanın PFK sorunu vardır, sırasını veren kişide ise iyi çalışan bir PFK.
PFK sorunların çözümünde ve durum tespitinde size yardımcı olur. Düzenli aralıklarla satranç oynayanlar iyi bir beyin ön bölge işlevine sahip olabilirler. Hatalardan ders almamızı sağlar. PFK iyi çalışan hata yapmaz demek değildir ama hatalarını tekrarlamazlar. PFK iyi düzeyde olanlar elindeki işleri zamanında ve strese girmeden bitirirler. Sorunu olan ise işi son ana bırakır. Zaman darlığı nedeniyle aşırı strese girerler. Sorunu olmayan önceki deneyimlerinden işini zamanında yapmayı öğrenmiştir. Sorunu olan davranışlarını ve amaçlarını deneyimlerine değil anlık düşüncelerine göre gerçekleştirir. Bu nedenle sık hata yaparlar.
PFK dikkati ve devamlılığı sağlar. Önemli duygu ve düşüncelere yoğunlaşmayı, önemsizleri süzmeyi gerçekleştirir. Kısa süreli hafızayı sağlamada ve öğrenmede bu özellikler çok önemlidir. PFK beynin diğer bölgelerine bilgi verir ve alır. Dikkatin sağlanması için diğer bölgelerden gelen bilgilerin alımını azaltır. Dikkat eksikliği ve/ya da hiperaktivite bozukluğunda bu işlev sağlanamaz. Dolayısıyla dış uyaranlar baskılanamadığından dikkat çabuk dağılır.
Duyguların hissedilmesi ve ifadesi; mutluluk, hüzün, neşe, nefret ve aşk’ı daha ilkel bir yapı olan limbik sisteme aktarır. Sorun olduğunda duygu ve düşünceler doğru bir biçimde ifade edilemez. Çünkü limbik sistem ile olan ilişki bozulmuştur. Düşünebilmek ve tavırları, tepkileri o ölçüde gösterebilmek PFK’in önemli işlevlerinden biridir. (Eş seçimi, insan ilişkileri, çocuklarla ilgilenmek, para harcamak ve araba sürmek). PFK limbik sistemi baskılayıcı mesajlar göndererek duygularla değil mantıklı yönden karar verilmesini sağlar. Bu baskı ortadan kalkarsa limbik sistem baskın hale gelir ve depresyona meyil artar. (Limbik sistem; memeli canlıların eski beyin bölümlerinden biri olan sistem, deneyim ile kazanılan duyguların depolanmasında görev alır, kısaca bilinçaltını oluşturan yapıdır.)
Beyin ön bölgesinin duygu, düşünce, davranış ve kişilik gibi her özellik için farklı duyarlılıklarda çalışmasıyla insanlarda çeşitlilik sağlanır. Duyarlılıklar grinin tonlarına benzetilebilir. Her özelliğin farklı ton yapısı, kişiye diğer insanlardan farklı kişilik yapısı kazandırır.
Sonuç olarak beyin ön bölgesi hem düşünceyi oluşturmasıyla hem de dolaylı olarak vücudun çalışmasını yönetmesiyle insan sağlığı için tartışmasız en önemli gerçektir.
Her kişide özelleşen farklı duyarlılık dereceleri, stres altında artar. Stres ile gelişen yeni duyarlılık derecesi, hasta olma durumunu belirler. Başka bir değişle stres; hastalık nedeni değil, strese maruz kalan beyin çalışma özelliklerinin derecesi hastalık nedenidir. Zaten stressiz bir yaşam düşünülemez.
Bu gerçekler ışığında, tedavi yöntemlerinde beyin ön bölgesi ve diğer beyin üst yapılarının duyarlılık dereceleri önemli olmalıdır. Beyin çalışma özellikleri değerlendirilmeyen ve iyileştirilmeyen hastaların tedavi olabilme olanakları neredeyse yok gibidir.
Günümüz tıbbı bu gerçekleri gözardı ediyor. Sonuçta beyin çalışma özelliklerini değerlendiren yöntemler ve hekimler tukaka ediliyor. Sistem dışına itiliyor. İlgi görmüyor. İlgilenilmiyor. Yok sayılıyor.
Geçirdikleri uzun eğitim süreci ardından aydın olma özelliğini kazanmaları beklenilen hekimlerin bir görevi de içinde bulundukları sistemi sorgulamak olmalıdır. Ancak kabuller sorguya izin vermiyor.

Kaynaklar:
1.Stefan M. Gold, Isabel Dziobek Hypertension and HPA axis hyperactivity affect frontal lobe integrity J. Clinical End & Me.June 1, 2005 10.1210/jc.2004-2181
2.Mcewen BS, Wingfield JC.The concept of allostasis in biology and biomedicine. Horm Behav. 2003 Jan;43(1):2-15.
3.Glucocorticoid receptor polymorphisms in inflammatory bowel disease G Decorti, S De Iudicibus Gut 2006;55:1053-1054
4.Robyn Klein 2006 Phylogenetic and phytochemical characteristics of plant species with adaptogenic properties MS Thesis, 2004, Montana State University Chapter 3 of 8
5.Editorial: Ultradian, Circadian, and Stress-Related Hypothalamic-Pituitary-Adrenal Axis Activity—A Dynamic Digital-to-Analog Modulation George P. Chrousos, M.D. Endocrinology Vol. 139, No. 2 437-440
6.Hyperglycemia does not increase basal hypothalamo-pituitary-adrenal activity in diabetes but it does impair the HPA response to insulin-induced hypoglycemia. Vranic, Mladen, Matthews, Steve Am J Physiol Regul Integr Comp Physiol. 2005 Jul;289(1):R235-46
7.Past and present strategies of research on the HPA-axis in psychiatry Berger M, Krieg C Acta Psychiatr Scand Suppl. 1988;341:112-25
8.Stress peptides and HPA axis reactivity in depression Nemeroff C.B.; Stout S.C.; Owens M.J. European Neuropsychopharmacology, Volume 5, Number 3, September 1995, pp. 242-243(2)
9.Bea R H Van den Bergh, Ben Van Calster Antenatal Maternal Anxiety is Related to HPA-Axis Dysregulation and Self-Reported Depressive Symptoms in Adolescence Neuropsychopharmacology May 2007; doi: 10.1038/sj.npp.1301450
10.Kudıelka Brigitte M. ; Schommer Nicole C Acute HPA axis responses, heart rate, and mood changes to psychosocial stress (TSST) in humans at different times of day Psychoneuroendocrinology 2004, vol. 29, no8, pp. 983-992
11.Theresa M. Buckley MD, MS* and Alan F. Schatzberg MD On the Interactions of the HPA Axis and Sleep Journal of Clinical Endocrinology & Metabolism, 2005 doi:10.1210/jc.2004-1056
12.Abelson JL, Khan S, Lıberzon I, Young EA HPA axis activity in patients with panic disorder: review and synthesis of four studies Depress Anxiety 2007;24(1):66-76
13.Phoon R. K. S. ; Tam S. H. The role of the hypothalamic-pituitary-adrenal (HPA) axis in the regulation of blood pressure Clinical and experimental hypertension 1997, vol. 19, no4, pp. 417-430
14.Nemeroff C.B.; Stout S.C.; Stress peptides and HPA axis reactivity in depression European NeuropsychopharmacologyVolume 5, Number 3, September 1995 , pp. 242-243
15.Depression, osteoporosis and the HPA axis Townsend Letter for Doctors and Patients, April, 2005 by Robert A. Anderson
16.Cerqueria JJ, Mailliet F., J Neurosci. 2007 Mar 14;27(11):2781-7
17.Julıan F. Thayeresther Sternberg Annals Of The New York Academy Of Sciences Volume 1088 November 2006
18.Bruce S McEwen Ph.D Allostasis and Allostatic LoadNeuropsychopharmacology (2000) 22 108-124
19.J. W Crane, K Ebner, T. A Day (2003) Medial prefrontal cortex suppression of the hypothalamic-pituitary-adrenal axis response to a physical stressor, systemic delivery of interleukin-1β European J. Neuroscience 17 (7), 1473–1481
20.S. F. Akana, A. Chu, L. Soriano, M. F. Dallman (2001) Corticosterone Exerts Site-Specific and State-Dependent Effects in Prefrontal Cortex and Amygdala on Regulation of Adrenocorticotropic Hormone, Insulin and Fat Depots J.Neuroendocrinology 13 (7), 625–637
21.A. Vania Apkarian,ıÜü Yamaya Sosa, Sreepadma Sonty Chronic Back Pain Is Associated with Decreased Prefrontal and Thalamic Gray Matter Density J.Neuroscience, November 17, 2004, 24(46):10410-10415
22.Alasdair M. J. MacLullich, Karen J. Ferguson Smaller Left Anterior Cingulate Cortex Volumes Are Associated with Impaired Hypothalamic-Pituitary-Adrenal Axis Regulation in Healthy Elderly Men J. Clinical Endocrinology & Metabolism (2006) Vol. 91, No. 4 1591-1594
23.Ron M. Sullivan and Alain Gratton Lateralized Effects of Medial Prefrontal Cortex Lesions on Neuroendocrine and Autonomic Stress Responses in Rats J.Neuroscience, April 1, 1999, 19(7):2834-2840
24.Radley JJ, Sisti HM Chronic behavioral stress induces apical dendritic reorganization in pyramidal neurons of the medial prefrontal cortex. Neuroscience 2004;125(1):1-6
25.Israel Liberzon, M.D., Anthony P. King, Ph.D Paralimbic and Medial Prefrontal Cortical Involvement in Neuroendocrine Responses to Traumatic Stimuli Am J Psychiatry 164:1250-1258, August 2007
26.Radley JJ, Arias CM, Sawchenko PE Regional differentiation of the medial prefrontal cortex in regulating adaptive responses to acute emotional stress J Neurosci. 2006 Dec 13;26(50):12967-76
27.Sullivan R.M ; Gratton A. Prefrontal cortical regulation of hypothalamic-pituitary-adrenal function in the rat and implications for psychopathology: side matters Psychoneuroendocrinology Volume 27, Number 1, January 2002, pp. 99-114(16)
28.Okada T, Tanaka M, Kuratsune H, Watanabe Y, Sadato N.Mechanisms underlying fatigue: a voxel-based morphometric study of chronic fatigue syndrome BMC Neurol. 2004 Oct 4;4(1):14
29.Figueiredo HF, Bruestle A, Bodie B, Dolgas CM, Herman The medial prefrontal cortex differentially regulates stress-induced c-fos expression in the forebrain depending on type of stressor Eur J Neurosci 2003 Oct;18(8):2357-64

Tıbbi Zihniyet

Homestaz, sağlıklı işleyen bir bedeni; allostaz, çalışması bozulmaya başlayan bedeni; allostatik yüklenme ise hastalığı ifade eder.
Bu 3 tarif Türk tıp çevrelerinde pek kullanılmaz. Allostaz ifadesini kullanırsanız, hemen ardından nedeni de açıklamanız gerekir.
Neden vücudun çalışması bozulur da hastalık durumu ortaya çıkar?
Türk tıbbında nedenler pek konuşulmaz. Çünkü kabuller vardır.
….
Pek çok alanda olduğu gibi sağlık sektöründe de dışa bağımlı bir yapımız var. İlaçlar ve tıbbi malzemelerin önemli bir kısmı dışalımla geliyor. Ama bunlardan çok daha önemli olan bir konu var.
Zihniyet…
Hastalıkların oluşumuyla ilgili temel bilgiler batının dikte ettirdiği gibidir. Batılı bilimsel anlayışa göre; materyalist bilimsel yapının oluşturduğu denekler, insandır. İnsan bir maddedir. Tüm hastalıklar neden-sonuç ilişkisiyle oluşur. Hemen tüm hastalık nedenleri idiyopatiktir (bilinmez). Tedaviler; bilimsel verilerin ışığı altında, ilaçlarla tedavi edilebilir. Diğer tüm yöntemler alternatif olup çağdaş bilimsellik anlayışla çelişkilidir.
Batının materyalist bilimsel anlayışında gözlemci (bilim adamı), deneylere ya da olaylara müdahale edemez. Her olay ya da hastalık kendi süreci içinde olup biter. Gözlemcinin etki ettiği bir sonuç bilimsel değildir.
Batılı bilinçle şekillenen Türkiye’nin tıbbi uygulamaları sonucunda varılan noktada sorguya yer yoktur. Her şey kabul edilmiştir. Hastalıklar ilaçlarla tedavi edilecektir. Bitti.

Ancak batı biliminin geldiği son nokta olan kuantum fiziği, bakın neler söylüyor:
Gözlemci etkisinin olmadığı bir sonuçtan söz etmek olanaksızdır.
Maddenin özü olan atomaltı dünyasında tüm nesneler birdir. Tektir.
Fiziksel evren özünde fiziksel değildir.
Materyalist anlayış, atomaltı dünyasında (maddenin özünde) geçersizdir.
Atomaltı dünyasının mutlak gerçekle olan ilişkisi, String teorisinin muhteşem ifadesiyle belki anlaşılabilir.
İnsan için asıl olan düşüncedir, bilinçtir.

1970 ‘li yıllara kadar hakim olan maddeci bilimsellik anlayışı bugün tıp dünyasının halen aşamadığı önemli bir engeldir. Bu engel; insanlara hasta değil, hastalık gözüyle bakılmasıdır.
Tamamen maddeci sağlık hizmetleri bilinci, yaşadığımız günlerde sahip olunan çözümsüzlüğün nedenidir.
*40 yaşına gelen bir insan neden şeker hastası olur?
-İşte canım şeyden…yani genlerinden geliyor bu hastalık!
*Peki neden 50 değilde 40 yaşında başladı? Neden şimdi başladı?
-Eee…genler devreye girdi!
*Neden şimdi devreye girdi?
-Eee…Stresten galiba… hastamızın sıkıntıları olmuş ve genler öyle buyurmuş!
*Genleri etkin hale getiren neden nedir? Stres nasıl etki ediyor?
-Stres, beyin çalışmasını etkiliyor ve dolayısıyla vücudun çalışmasını bozuyor. Hücresel düzeyde yer alan genetik kodların (telomer) yapısı etkileniyor. Hastalık ortaya çıkıyor. (Ya da genetik açıdan meyilli olunan bozukluğun ortaya çıkışı sağlanıyor)
*Peki hipertansiyon…
-O da öyle…
*Peki tiroid hastalıkları…
-O da öyle…
*Peki depresyon…
-O da öyle…
*Peki kanser…
-O da öyle…
*E kardeşim o zaman, neden beyin üzerine tedaviler düzenlenmiyor da hep sonuçlar üzerine ilaçlar veriliyor? Neden ortadan kaldırılmadan sonuçlar düzeltilebilir mi?
….
Maddeci bilim, beyin çalışma özelliklerini değerlendirme ve hastalıkların oluş mekanizmasını çözümlemede yetersiz kalıyor. Çünkü, beyni anlamak için düşünceyi bilmek gerekir. Maddeci bilim düşünceyi bilemez. Çünkü düşünce; elle tutulamaz, gözle görülemez.
Beyin ön bölgesi hem düşünce sistemini geliştiriyor hem de bedeni kontrol eden merkezleri yapısında barındırıyor.
Günümüz tıbbı beyin ön bölgesiyle ilgilenmiyor. Beyin hekimleri (nörologlar) ve beyine en yakın bölüm olan psikiyatri branşının hekimleri, ilaçlarla beyin çalışmasını düzeltebileceklerini düşünüyorlar. Özellikle uzun süreli kullanılan ilaçlar, beyinde yer alan reseptörlerin duyarlılığını azaltarak beyni dolaylı yoldan tahrip ediyor. Düşünce sistemini güçlendireceği yerde tam tersi etkiler yaratıyor.
Bilimsel tıbbın hedefi; sürü psikolojisinin yarattığı toplumsal kabullerle yaşamına yön veren ve tek düze bilinçaltı sistemiyle yaşayan insanları, yaratıcı beyin gücüyle şekillenen düşüncenin egemen olduğu bireyler haline getirmek olmalıdır. Su sayede stres algısı, düşüncenin gücüyle değişecek ve beyin çalışmasına zarar vermesi engellenip hastalıkların gelişimi önlenebilecektir.
Bu iyileştirme anlayışı ütopik değildir. Tek yapılması gereken zihniyet değişikliğidir.

Beyin ve Alışkanlıklar

Her gün olduğu gibi bugün de 20 bardak çay ve bir pakete yakın sigara içmişti iş yerinde Ali Bey... Eve girerken eşi “çok kötü sigara kokuyorsun” bakışlarıyla karşıladı onu her akşam olduğu gibi… Akşam yemeğini yedikten sonra günün yorgunluğu üzerine eklenen karın tokluğunun verdiği ağırlıkla çöküverdi televizyon karşısındaki koltuğuna…10 dakikalık şekerleme, eşinin -çay demleyim mi? sorusuyla kesiliverdi.
-Yok ya ne çayı, istemem! Bugün gene içtim 20 bardak…yakında delinecek midem ama dur bakalım n’olacak!…diye karşılık verdi.
Televizyondaki ana haber bülteni ardından balkona çıkıp bi sigara tellendirme fikrinden, ağzının zehir gibi olacağı düşüncesiyle, vazgeçti.
Sınavlara hazırlanan 11 yaşındaki oğlu, elinde kitaplarıyla yanına geldi ve yardımcı olmasını istedi.
Masaya geçti, soruları incelemeye başladı. Gündüz işte evrak: matematik, akşam evde oğlanın matematik soruları…diye aklından geçirdi.
20 dakikadır sorularla ilgileniyor ama nerdeyse beyninin durduğunu hissediyor, yeterli çabuklukta soruları kavrayıp çözümlerini anlatamıyordu.
Canı sigara içmek istiyordu. Bi de yanında çay…
-Hanım, hadi bi çay demleyiver…

Sigara ve çay ile artık dikkatini daha iyi yoğunlaştırabiliyordu. Zaten gün boyu sigara ve çay içmesinin nedeni de buydu.
……
Beyin ön bölgesi, beynin giriş ve çıkış kapısı gibidir. Duygu, düşünce ve davranışların son hali burada şekillenir. Kişilik özelliklerinin oluştuğu yerdir. Beyin ön bölgesinin çalışma duyarlılıklarında oluşan farklılıklar nedeniyle insanlar birbirlerinden ayrılabilirler. Hayvan türlerinde görülmeyen farklılıkların esas nedeni, beyin ön bölgelerinin farksız olan çalışma özellikleridir.
Beyin çalışma duyarlılıklarında var olan farklılıklar, örneğin dikkati verme ve sürdürme özelliklerinin her insanda farklı olmasını sağlar. İstek ya da niyet ile oluşan güdülenme (motivasyon) dikkatin oluşmasını ve sürdürülmesi için gereklidir. Beyin ön bölgesi duyarlılık dereceleri motivasyonla düzeltilebildiği ölçüde dikkat sağlanabilir. Motivasyonun azaldığı durumlarda dikkati dağılan insanlar, dikkati sağlamak için dışarıdan bir uyarana ihtiyaç duyabilirler.
Yaşantımızın ilk günlerinden itibaren kimi besin maddeleri ve dışarıdan alınan diğer maddeler, beyin duyarlılık derecelerini etkiler. Duyarlılık derecelerine bağlı olarak bir maddeye ya da duyguya bağlanır, beyin performansını arttırmak amacıyla o maddeyi ya da duyguyu ister hale geliriz.
Beyin duyarlılığının arttığı durumlarda alınan maddelerle düzelme eğilimi, beyin tarafından öğrenilir. Beyin, ihtiyacı olduğunda bu maddeleri alması için kişide istek uyandırır. İşte, insanın alışkanlıklarını ve bağımlılıklarını belirleyen temel fizyolojik etmen budur.
Çayın içinde tein, kahvede kafein, sigarada nikotin, rafine şeker (sofra şekeri); beyin ön bölge duyarlılıklarını azaltıp beyin performansını, alındığı süre içinde, arttıran maddelerdir.
Ali Bey, beyin ön bölge performansına ihtiyacı olduğu durumlarda çay ve sigara ikilisine her zaman ihtiyacı olacaktır. Çünkü beyni, duyarlılıklarını azaltmak ve artan performansı karşılamak için bu yöntemi öğrenmiştir.
Beyin çalışma duyarlılıklarını azaltan içsel maddeler de vardır. Kortizol ve adrenalin ikilisi, örneğin heyecan verici durumlarda kanda düzeyi artarak beyne ulaşır ve beyin duyarlılıklarını azaltarak dikkatin sürdürülmesini sağlar. Normal durumlarda dikkat eksikliği olan kişiler, dikkati sürdürememe nedeniyle çabuk sıkılırlar. Ancak heyecanlı bilgisayar oyunlarını uzun süre dikkatlerini vererek sürdürebilmelerinin nedeni adrenalindir. Adrenalin ile duyarlılığın azaldığını öğrenen beyin; kişiyi heyecan verici duygu ve düşünceler geliştirmesini sağlayarak beyin çalışma duyarlılığının azalmasını ve dolayısıyla rahatlamasını amaçlar.
Sonuç olarak; uzun süreli ve normalden fazla kortizol ve adrenaline maruz kalan beyin yapısı, bozulur. Düşünce, gereği kadar kullanılamaz. Beynin vücut kontrolü bozulur ve hastalıkların ortaya çıkması kolaylaşır.
Alışkanlık ya da bağımlılık dereceleri tamamen beyin ön bölgesinin çalışma özelliklerine bağlıdır. Bizlere insan olma özelliği veren beyin ön bölgesi, en önemli insani kazanımdır. Bu kazanımın korunması ve iyi bir biçimde çalışmasını sağlayan; beklide en güçlü özellik, iradedir. İradenin gücünü arttıran yöntemlerin uygulanması, sağlıklı kalmak isteyenlerin ve sağlık hizmeti verenlerin temel öğretisi olmalıdır.

Dr. Güçlü Ildız

Çevre ve Beyin

Doğa yürüyüşüne çıkan grup, kayalıklar arasından tepeye doğru güçlükle tırmanırken karşılarına aniden çıkan çobanı görünce irkildiler.
-Kolay gelsin, bir ihtiyacınız var mı? Diye soran çoban –sağol, yanıtını aldı. Grubun 10 dakikada zorlukla aldığı yolu bir nefeste katedip gözden kayboldu.
100 yaşındaki nene, bunca yıl doktor yüzü görmeden nasıl sağlıklı kalabildiği sorusuna
-peynir, yoğurt, ot yedim, süt içtim yanıtını veriyor, umursamaz tavrıyla maydanoz toplamaya devam ediyordu.
Anadolu’nun yüksek rakımlı bölgelerinde, Kuzey Kutbuna yakın buz kaplı vadilerde, Mogolistan ovalarında, Japonyanın medeniyetten uzak adalarında; bırakın dev hastane binalarını, minicik bir sağlık ocağı bile göremezsiniz. Bu bölgelerde uzun yıllar sağlıklı bir biçimde yaşayan insanlar, modern tıbbın sayesinde ortalama yaşam ömrünün arttığı lakırtılarını yalanlarcasına sürdürdükleri sağlıklı yaşamlarıyla metropol insanlarına ders verir niteliktedir.
Günümüz modern hikayelerinden biri olan “stresin çağın hastalığı” olması yargısı, beyni tanımayan ve beynin gerçeklerini gözardı ederek oluşturulan sağlık anlayışının bir sonucudur. Gerçekte hastalık nedeni stres değil, o strese maruz kalan beynin çalışma özellikleridir. Beyin çalışma özellikleri ne kadar duyarlı ise stresten etkilenme oranı da o ölçüde artacaktır.
Şehir yaşamı insan üzerindeki olumsuz özelliklerini, beynin çalışma özelliklerini etkileyerek gösterir. Gebe anne adayının ruhsal ve fiziksel durumu, doğum zorlukları, yetersiz anne sütü alımı, ağır metal (alüminyum vb.) içerikli aşılar, kafa darbeleri, basit karbonhidratlarla hazırlanan rafine besinlerle oluşturulan beslenme tarzı, genel anestezi altında yapılan gereksiz ameliyatlar ve beyni etkileyen ateşli hastalıklar; şehirli insanların beyin çalışmasını etkileyen önemli etmenlerdir.
Sayılan bu etmenlerin çoban ve nenenin beynini etkilemesini beklemeyin.

AH ŞU KALBİMİZ!

Sağlık yatırımlarında son yıllarda önemli artışlar olduğu görülüyor. İstanbul’dan başlayan hastane zincirleri Anadolu’ya hızla yayılıyor. Bugün Elazığ’da bile bir Alman hastanesinin bulunması o bölgenin insanları için iyi bir alternatif oluşturuyor.
İstanbul’da hemen her mahallede bulunan özel hastanelere işçi, memur ve emeklilerinin sevkleriyle gidebilmeleri; özel dal hastanelerin artışı ve hatta yurt dışından hastaların tedavi amaçlı gelmeleri, sağlık sektörünün geldiği nokta açısından taktir edilecek bir durumdur.
Sağlık sektöründe olmazsa olmaz müşteri portföyünü hastalar oluşturur. Tüm bu yatırımların karlı birer işletmeye dönmesi için hastanın olması gerekir. Ne kadar çok hasta, o kadar çok para! Başka bir biçimde düşünmenin olanağı var mıdır? Hangi özel hastane yatırımcısı ve işletmecisi bu gerçeği yatsıyabilir?
Hastanelerin karlı görülen bölümleri yoğun bakım, cerrahi ve girişimsel işlemlerdir. Her üç bölümünde ortak hastalık organı “kalp”dir. Önce muayene ve laboratuvardan sonra girişimsel işlemlerden (anjio, stend vb.) sonrada açık kalp ameliyatından ve ardından yoğun bakım hizmetlerinden para kazanırsınız. Kalp işi gerçekten çok karlıdır.
Bu nedenle özel hastane reklamlarında kalp, kullanılan bir numaralı araçtır. “Kalbinizi düşünüyoruz, yeni anjio ünitemizde çok daha güçlüyüz, kalp sağlığınızı koruyun hemen gelin bir çekap yapalım”
Son yıllarda tırmanan kalp sağlığını koruma furyasında gıda ürünleri de yerini alımıştır. “Bu yağ kalbinizi korur, bu besin kalp dostudur”
Hatta kimi hastaneler kalbin ne derece önemli olduğunu anlamışlar ve “yakınmanız ne olursa olsun önce bir kalbinize baktıralım” anlayışı geliştirmişlerdir. Baş dönmesi nedeniyle geçerken uğradığınız hastanenin acil polikliniğinden anjio olup çıkarsanız şaşırmayınız.
“Kalbin düşmanları nelerdir” sorusuna bir ilkokul öğrencisi bile kolaylıkla 2 maddelik yanıtı verebilir. Kolesterol ve tansiyon yüksekliği. Gazete, TV, paneller, konuşmalar ve hekimlerin dilinde hep bu iki “düşman” vardır.
Kolesterol kalp damarlarını tıkar, yüksek tansiyon ise bu olaya yardımcı olur. Hekimlerin anlattıkları kısaca budur.
Bu nedenlerle hastalara, bolca kolesterol ve tansiyon düşürücü ilaç yazılır.
Böylece hem hastane hem ilaç firmaları hem eczaneler hemde gıda sektörü “kalp” üstünden para kazanırlar. Bu durum tüm dünyada böyledir.
Gerçekten kolesterol’ün ne olduğuna bakmakta fayda var.
Kolesterol vücudumuzun tüm hücrelerinde, hücre zarı yapısını oluşturan önemli bir moleküldür. Tüm canlılarda bulunur. Kolesterol’ün önemli miktarı vücut tarafından oluşturulur. Çok daha az miktarı besinler yoluyla alınır. Karaciğer, beyin, omurilik ve kan damar yüzeyinde çok daha fazla bulunur. Kolesterol kanda LDL, VLDL ve HDL adı verilen taşıyıcılar tarafından, diğer dokulara ulaştırılmak üzere karaciğer ve ince barsakta yapılarak, taşınır. LDL ve VLDL karaciğerden dokulara, HDL kandan karaciğere kolesterol’ü taşır.
Hücre zarı yapısını oluşturması nedeniyle bazı araştırmacılar kolesterol’ün antioksidan (koruyucu) etkisi olduğunu belirtmişlerdir. Yağda eriyen vitaminlerin (A,D,E,K) kullanımı için kolesterol gereklidir. D vitamini yapılabilmesi için kolesterol olması gerekir. Kortizon, progesteron, östrojen ve testosteron gibi hormonların yapımı için gene kolesterol gerekir.Ayrıca hücre bütünlüğünü ve madde alışverişini sağlayan hücre zarı işlevinde kolesterolün önemli görevi vardır.

DAMARLAR NASIL TIKANIR ?
Damarın tıkanabilmesi için öncelikle damar yüzeyi yapısının bozulması gerekir. Sağlam olan damar iç yüzeyine kolesterol ya da başka bir madde zarar veremez. Sonuç olarak tıkaç oluşması ve damarın tıkanması için öncelikle ve mutlaka damar yüzeyinin bozulması gerekir.Damar yüzeyini koruyan 2 madde vardır. PGI 2 (prostasiklin) ve NO (nitrik oksit). Her iki madde damar iç yüzeyinde yapılır ve etkilerini hem burada hem de düz kas tabakası içine girerek, orada gösterirler. Her iki maddenin damar iç yüzeyi koruyucu, pıhtılaşmayı önleyici, damarları genişletici ve damar düz kas yapısını koruyucu görevleri vardır. Damar tıkacı ya da damar sertliği (atheroskleroz) durumunda, serbest radikaller adı verilen vücut metabolizma ürünleri, damar iç yüzeyinden PGI 2 ve NO salgılanmasını azaltır. Bunun sonucu damar iç yüzeyine kanda bulunan ve asıl görevi doku koruyucu özelliği olan maddeler (monosit ve makrofaj) yapışır ve damar içine girer. Kanda bulunan ve kolesterol taşıyan LDL, serbest radikallerin etkisiyle oksitlenir ve makrofajlarla birlikte, kalsiyumla birleşerek damar içine girer. Ayrıca kanda doku harabiyeti ön faktörleri artar (MCP 1, TNF alfa, VCAM 1).Özetle; damar iç yüzeyi çalışmasının bozulmasını sağlayan serbest radikaller, damar sertliğinin asıl nedenidirler. Kolesterol sonradan devreye girer ve tek başına bir anlam ifade etmez.Serbest radikallerin varlığı, kolesterol yüksekliği, kan şekeri fazlalığı gibi etkenler gerçekte vücut işleyişinde var olan bir sorunun göstergesidir. Vücudumuz iyi yönetilememekte ve uygun gıdalar alınmamaktadır. Bir çok hastalığın nedeninde olduğu gibi beyin duyarlılıkları sonucu bozulan vücut sisteminin çalışması ve uygun olmayan besinler hastalıkları ortaya çıkarmaktadır.
KOLESTEROL İLE İLGİLİ BİLİMSEL GERÇEKLER

1. Damarları tıkayan pıhtı-tıkaç ya da atherom plağı içinde kolesterol oranı sadece % 3 tür. %50’den fazla kalsiyum, geri kalan ise kan hücrelerinden ve damar düz kas dokusundan oluşur.
2. Damar hastalıkları tanısı için artık anjio değil, damar tıkacındaki kalsiyum miktarını ölçen tomografi kullanılmaktadır.
3. Toplam kolesterolün % 20 oranı besinlerle ile alınır. Geri kalanı karaciğer tarafından oluşturulur. Diyet ile toplam kolesterol en fazla % 10 düşer.
4. Kolesterolden fakir diyet alındığında, vücut kolesterol harcamayı durdurur. Kolesterolü saklar. Çünkü kolesterol gereklidir.
5. Kolesterol düşüklüğü ile depresyon riski artar, kanser riski artar, cilt kurur, cinsel isteksizlik ve güçsüzlük olur, kemik yapısı bozulur.
6. Kadınlarda östrojen, erkeklerde testosteron hormonları için kolesterol gerekir. Her iki cins için de bu hormonlar birçok açıdan koruyucu özellikleri vardır.
7. Damar tıkacı, damar hastalığıdır, kolesterol hastalığı değildir.
8. Kolesterol yüksekliği nedeni allostatik yüklenmedir.
9. Kolesterol düşürücü ilaçlar karaciğere zararlıdır, kas dokusunu tahrip eder ve dolaylı olarak böbreklere zarar verir.
10. Kolesterol düşürücü ilaçlar kas ağrılarına yol açar.
11. Kalp, kastan yapılmıştır. Kalsiyum miktarı fazla, magnezyum oranı az olan su ve gıdalarla beslenme, kalp ve diğer kasların kasılmasında sorunlara yol açar. Bu nedenle panik atak yakınması olanlarda ani ölümler gözlenebilir. (Kemal Sunal’da ki uçak korkusunun neden olduğu panik atak ve kalp krizi bunun bir örneğidir.)
12. Kalp hastalıkları yoğun bakımında, kalp krizi nedeniyle yatan hastaların ortalama yarısının kan kolesterol düzeyleri normal ya da düşüktür. Aynı durum nöroloji kliniğinde yatan felçli hastalar için de geçerlidir.
13. Kolesterol düşürücü ilaçlar, 5 yıl için kalp krizi olasılığını sadece % 2 düşürür.1
14. Nagoya Üniversitesinden Dr. Harumi Okuyama kolesterol düşürmenin hiçbir faydasının olmadığını, aksine kanser ve depresyon riskini arttırdığını, acilen bu tedavi biçiminin durdurulması gerektiğini söylüyor.2
15. Kalp hastalıkları uzmanı Dr. Stephen Seely, kalsiyum, kalp-damar hastalıklarının en önemli düşmanıdır diyor kitabında.3 Kolesterol düşürücü tedavilerin, damar tıkacındaki kalsiyum oranını daha da artırdığını söylüyor yıllar önce.
16. Bir araştırma yakınması olmayan ve hastalık risk grubunda olmayan orta yaştaki insanların 1/3 ‘ünde ciddi oranda kalp damarı tıkaçları bulunduğunu bildiriyor.4
17. Tüm araştırmalardan çıkarılan sonuç; kolesterol düşürmek kalp krizinden ölümleri azaltmıyor.5
18. Yumurta kolesterol açısından çok zengindir. 9734 kişi haftada en az 6 yumurta yedi, kolesterolleri artmadı. Kalp krizi ve inme riski artmadı.6
19. ABD acil servislerinde kalp krizi tanısı konulan hastaların %50 oranında kolesterol düzeyleri normal bulunmuş.7,8
20. Kalp tomografisinde, Agatston kalsiyum skoru “0” olanların kalp krizi geçirme olasılığı “0”dır.9
21. Orta yaş grubunda, sex hormonlarının (östrojen ve testosteron) azalmasına bağlı olarak karaciğer, kolesterol salgılanmasını arttırarak hormon yapımının dolaylı olarak arttırılmasını amaçlar. Bu nedenle orta yaş grubunda görülen kolesterol artışı normal bir olaydır.10
22. Kalp damarlarında yer alan 10 mikron çapındaki bir kalsiyum plağı bile kopup kan elemanlarıyla birleşerek kalp krizine neden olabilmektedir. Ani ölümlere yol açan kalp krizlerinde görülen öncelikli sorun bu şekilde gelişir.11
23. Kan sulandırıcı tüm ilaçlar (aspirin dahil) kan damarlarında kalsiyum birikimini 2 kat arttırırlar.12
24. Harvard Üniversitesinden Dr. John Abramson, kolesterol düşürücü ilaçların kalp krizi nedeniyle olan ölümleri azalttığına dair hiç bir belirtinin olmadığın bildiriyor.13
25. Kolesterolün düşmesi ile beyin hücreleri yapısında bulunan kolesterolün eksikliğine bağlı beyin ve sinir hastalıklarının ortaya çıkabileceği bildirilmiştir.14
26. Kolesterol düşürücü ilaç kullananlarda karaciğer bozuklukları görülme oranı %448 (dörtyüzkırksekiz) artar.15
27. Kolesterol düşürücü ilaçların kullanımı ile ALS (amyotrofik lateral skleroz) görülme sıklığı artar.16

Sonuç olarak, vücudun çalışması bozulduğunda karaciğerden kolesterol sentezi artar. Bu durum, vücudun kendi kendine onarması için gerekli gördüğü bir tedavi yöntemidir. Kolesterol yüksekliği bir hastalık değildir.
Herhengi bir sağlık sorunu olmadan 100 yaş üzerinde yaşayan insanların öldükten sonra yapılan otopsilerinde, kalp damarlarında %84-97 oranında tıkanmaların olduğu görülmüştür.17
Bu araştırma sonucu bize kalp damarlarının tıkanmasının doğal ve normal bir süreç olduğunu gösteriyor. Toplu iğne başı yer kalıncaya kadar kalp damarları tıkanabilir. Bu durum o insanın kalp hastası olduğunu göstermez. Olsaydı, o insanlar 100’lü yaşları göremezlerdi.
Asıl sorun, kalbin nasıl tıkanıp kalp krizine yol açtığıdır. Kalbi asıl tıkayan neden, kalp damar çalışmasındaki sorunlardır. Anlık olan spazmlar kalbi tıkar ve krize yol açarlar. Spazm olan bölgeden kopan tıkaç ya da pıhtı, daha uç bölümdeki damarı tıkar ve bu tıkanma kriz nedeni olarak görülür.
Görüldüğü gibi krize yol açan esas olay, kalp damar kaslarının normalden fazla kasılmalarıdır. Bu durumun kolesterol ile ilgisi yoktur.
Sıklıkla yanlışa düşülen bir diğer anlayış ise ani gelişen hemen tüm sağlık sorununun kalp krizi olarak kabul edilmesidir. Aniden yere düşen bir insan “kalp krizi geçiriyor” zannedilir. Gerçekte olan olay ise; kriz anında beyinden kaynaklanan anormal elektriksel ve hormonal deşarj nedeniyle vücudun çalışmasının bozulmasıdır. Bu olay en çok akciğerleri ve kalbi etkiler. Aynı oranda mide ya da böbrekte etkilenir ancak o anda çalışması bozulan organın işlevi önemlidir. Kalp birkaç sanıye çalışması etkilenirse hemen belirti vereceğinden olay kalbe havale edilir. Asıl sorun kalpte değil vücudun çalşışmasını kontrol eden ya da edemeyen beyindedir.
Sağlık sisteminin şapkasını önüne koyup yeniden düşünmesi gerekiyor. Yapılan yüksek sağlık yatırımlarının parasını olmayan hastalıklardan çıkarmak ve hastalara sağlık adına eziyet etmek etiğe, insan haklarına ve vicdana sığmıyor.
Dr. Güçlü Ildız
Nöroloji Uzmanı
Kaynaklar
1. HeartWire Jan. 27, 2007
2. Basel, Karger, World Review Nutrition Dietetics, 96: 1-17, 2007
3. International Journal Cardiology 1991 Nov; 33 (2):191-8
4. European Heart Journal 25: 48-55, 2004
5. Domaine de la Merci, Nutrition Metabolism Cardiovascular Disease 16: 387-90, 2006
6. Medical Science Monitoring 13: CR1-8, 2006
7. Atherosclerosis 149: 181-90, 2000
8. Medical Hypotheses 59: 751-56, 2002
9. Cleveland Clinic Journal Medicine 49: Supp 3 – S-6-11, 2002
10. Medical Hypotheses 59: 751–56, 2002
11. Proceedings National Academy of Sciences 103: 14678-83, 2006
12. Blood 104: 3231-32, 2004
13. Lancet. 2007 Jan 20; 369(9557):168-9
14. Drug Safety. 30(8):669-675, 2007
15. Clinical Therapy 2007 Feb; 29(2):253-60
16. Drug Safety 2007; 30(6):515-25
17. Journal Gerontology Medical Science 59: 1195-99, 2004

İşitme ve Çınlama

Kulakların üstünde, şakaklarda yer alan beyin bölgesi; işitmenin merkezidir. Kulaklar birer ses alıcısıdır. Amaçları, aldıkları sesleri en iyi biçimde beyine ulaştırmaktır. Çünkü beyin alınan seslere anlam kazandırır. Çünkü asıl işiten kulak değil, beyindir.
Kimi insanların az işitme nedeniyle kullandıkları işitme cihazlarından rahatsız olduklarını ya da kullanamadıklarını görürsünüz. Çünkü sorun, kulakta değil beyindedir.
Yaşlı insanlara “işine gelmediğini duymaz” diye takılırız. Nedeni; işlerine gelmediği için değil, işitilen sesleri anlamadıkları içindir. Çünkü sorun kulakta değil beyindedir.
Kulak çınlaması toplumumuzun sahip olduğu önemli sağlık sorunlarından biridir. Kulak çınlaması, işitme merkezinin duyarlı çalışma özelliklerinin artmasıyla ortaya çıkar. Stres altında çalışma özellikleri bakımından artan duyarlılıklar sonucu gelişir. Örneğin stresli bir günde işitilen yüksek volümlü bir ses, yıllar boyu sürecek çınlama yakınmasını başlatabilir. Beyin duyarlı çalışmasına neden olan önemli bir etken de kafa darbesidir. Önemsiz gibi görünen şakak bölgelerine alınan bir darbeden aylar sonra çınlama başlayabilir ve bir ömür boyu sürebilir.
Günümüz sağlık uygulamalarında yapılan önemli hatalardan biride, işitme ile ilgili her türlü yakınmanın nedeninin kulakta aranmasıdır. Eğer kulak ile ilgili yapılan testlerden bir sonuç çıkmıyor ise ya da tadavilerden fayda göremiyorsanız o zaman emin olunuz ki sorun beyindedir.
QEEG ile beyinde yer alan işitme merkezinin çalışma özellikleri değerlendirilebilir, saptanan sorunlar nöroterapiyle tedavi edilebilir.

Kitap Tanıtım Yazısı

“Ah şu beynimiz! Gözardı edilen tıbbi gerçekler” adlı kitabın yazılmasının pek çok nedeni var. Psikolojik, metafizik ya da bilimsel içerikli çeviri kitapların, anlatıpta anlaşılamadığı o soyut kavramları somuta indirgemek, bu kitabın amaçlarından biridir.
Beynin öneminden hep söz edilir de iş uygulamaya gelince, uygulayıcıların bile varlığını gözardı ederek mesleklerini uyguladığı görülür. “Psikolojim bozuk” sözünün ağızlarda sakızlığı ile farkedilmez beynin ne denli öksüz bırakıldığı. Oysaki psikolojiniz; tepenizde gezinen soyut bir kavram değil, doğrudan beynin çalışmasıyla ortaya çıkan bir sonuçtur. O halde, güncel bilimsel verilerin ışığı ve içinizden birinin sözleriyle yazılmış bu esere buyrun da psikolojinizin yaratıcısını daha yakından tanıyın.
Var olan hemen tüm yapılar, belirli bir organizasyon şemasıyla işleyişini sürdürürler. Her zaman bir baş, başkan, müdür, amir, patron ya da CEO vardır. Diğer kademeler bu üstlerin altında sıralanır. Bu gerçek biliniyorken neden hekimler “beyninizin durumu nasıl acaba?” diye sormazlar. Vücudun genel çalışma bozukluğu olan hastalıklarda, örneğin bir şeker hastasında neden beyin çalışma özellikleri araştırılmaz. Başkanın iyi olduğu bir kurumdan ciddi sorunların ortaya çıkması beklenebilir mi? O halde, hastalıklar beynin etkisi olmadan nasıl ortaya çıkabilir? Tedavilerinde nasıl beyin çalışma özelliklerinin ne olduğu düşünülmez?
Güncel sağlık hizmetlerinde “madde” boyutunda kabul edilen hastalar, “hastalık” olarak tedavi edilmeye çalışılır. Bu bilinç öylesine yerleştirilmiştir ki hastalık nedeni değil ama sonuçları tedavi kapsamına alınır olmuş, hasta faktörü ve onun beyin çalışma özellikleri adeta gözardı edilmiştir. Hastalık genellemeleriyle yapılan tedaviler, uzun süreli ya da ömürboyu ilaç kullanma mahkümiyetinden öteye geçememiştir.
Oysaki her bireyin sahip olduğu beyin çalışma özelliği; kişiye özgüdür, tektir. Bu özgünlük nedeniyle vücudun çalışma özellikleri ve gelişen hastalıklarda kişiye özgüdür. Bu nedenle gelişen her hastalığın tedavisi de kişiye özgü olmalıdır. Genellemeler ve kalıplar içine sokulmaya çalışılan hastaların tedavilerinde bu nedenle başarısızlıklar oluşmaktadır.
Bu kitap beynin neden önemli olduğunu, güncel tedavilerin neden başarısız olduğunu ve uygulanması gereken yöntemleri her okurun anlayacağı bir biçimde anlatmaya çalışıyor.

Epilepsiyi Anlamak

Klasik tanımlarda epilepsi, beynin anormal elektrik deşarjı olarak tanımlanır. Milyarlarca hücrenin oluşturduğu trilyonlarca ağ sisteminin bir bölümünde oluşan anormal elektrik akımı, kaynak aldığı bölgenin ya da yayıldığı diğer beyin bölgelerinin çalışmasını etkileyerek epileptik anormalliği ortaya çıkartır. Sorun temelde beyin çalışma bozukluğudur. O halde beynin nasıl çalıştığını incelemekte fayda olacaktır.

BEYİN NASIL ÇALIŞIR?

Beyin çalışması, hücre içi ve hücreler arasındaki iletişimle sağlanır.

Hücre içi çalışması elektrik akımıyla, hücreler arası çalışma ise nörotransmiter adı verilen maddelerle sağlanır.
Komşu hücreden alıcılar (dendritler) aracılığıyla alınan mikrovolt düzeyindeki elektrik akımı ile beyin hücresi etkinleşir ve uzmanlaştığı konuyla ilgili görevi, diğer hücrelerle birlikte, yerine getirir. Elektrik akımı alıcılardan hücre gövdesine, buradan da hücre kuyruğuna (akson) gelerek, bir sonraki hücreye akımı iletmek için gerekli hazırlıkların oluşturulmasını sağlar. Kuyruk ucuna gelen elektrik akımı, burada, kesecikler içinde bulunan nörotransmiterlerin hücreler arası boşluğa (sinaptik aralık) salınmasını sağlar. Bu boşluktan komşu hücrenin alıcı ucuna giderek bağlanırlar ve akımın diğer hücrede oluşmasını sağlarlar.
Beyin hücreleri arasında destek hücreleri (glia) bulunur. Bu hücreler, nöronlara nörotransmiter sağlar. Nöronların çalışabilmesi için gerekli maddeleri ulaştırır. Artık maddeleri alarak kana verir.
Beyin çalışma özellikleri EEG adı verilen yöntemle ölçülebilir. Kafaya yapıstırılan 19 adet metal disklerle ya da EEG şapkası ile ölçüm yapılır. Bu ölçümler ile aşağıda yer alan kayıtlamalar gerçekleştirilir. Ölçümler ile elde edilen beyin dalgaları, saniyede oluşma sıklığına göre sınıflandırılırlar. 1 saniye içinde 13 ve üzerinde oluşan dalgalara beta adı verilir. Sayı, 8-12 arasında ise alfa, 4-7 teta ve 4’den az ise deltadır. Burada önemli olan dalgaların aldığı şekildir. Bu nedenle 1 saniye içinde 2 ya da 3 ayrı tip dalga özellikleri de görülebilir.

Beyinde dolaşan ve alfa, teta ve delta dalgalarının oluşmasını sağlayan elektrik akımı, talamus adı verilen bir yapıdan kaynaklanır. Beta dalgaları ise, beyin kabuğundaki hücreler arası ayrı bir çalışma yöntemiyle oluşur.
Koku alma duyusu hariç vücudun içinden ve dışından gelen hemen tüm duyular talamusta toplanır. Burada işlenerek tüm beyine dağılır. Akımın ulaştığı beyin hücreleri, gelen bu bilgileri kendi özelliklerine göre yorumlayarak duyuların anlaşılmasını sağlar.

EPİLEPSİ TÜRLERİ

Klasik nörolojik anlayışlar, epilepsiyi klinik özelliklerine göre lokal ve genel olarak sınıflamışlardır. Ancak sınıflama türleri arttıkça esas konudan çıkılır endişesiyle ve hastalıklardan daha çok hasta özelliklerinin ön planda tutulması düşüncesiyle daha farklı bir anlatım yöntemi geliştirmek istiyorum. Çünkü ön planda hastalığın kendisi değil, hasta olmalıdır. Yapılan sınıflamalar göre hastalığı değerlendiren hekim sıklıkla hasta faktörünü bir kenara ittiği gözlenir. “Sen epilepsisin ya da değilsin” biçiminde sergilenen yaklaşımlar hekimler arasında da farklılık göstererek hastayı ümitsizliğe iter.

BEYİN ÇALIŞMA BOZUKLUKLARI

Epilepsi’de beyin çalışması bozulmuştur. Ancak, beyin çalışma bozukluğu ile sadece epilepsi oluşmaz. Depresyon, anksiyete, anormal davranışlarla görülen hastalıklar, Parkinson ve Alzheimer hastalıklarında da beyin çalışma özellikleri bozulmuştur. Depresyon’da hücrenin kuyruğunda yer alan nörotransmiter sayısında azalma olduğu düşünülür ve bu nedenle hücreler arası boşlukta nörotransmiter etkinliğini arttırıcı tedaviler verilir. Bu ilaçlara antidepresan (lustral, prozac, anafranil, paksil vb.) ilaçlar denir.
Epilepsi tedavisinde kullanılan ilaçlarda, depresyon tedavisine ters olarak, durdurucu yönde etki göstererek nörotransmiter etkinliğini azaltmaya çalışırlar. Çünkü depresyonda nörotransmiter etkinliği azalmış, epilepside ise artmıştır.
Beyin çalışma bozukluklarında kullanılan ilaçlar, görüldüğü üzere, beyin çalışmasına müdahale eder özelliktedir. Ancak ideal tedavi yöntemi değillerdir. İdeal yöntem, destek beyin hücrelerinin yeterli oranda nörotransmiter yapmasını ve beyin elektrik akımını oluşturan talamusun normal etkinliğine kavuşmasını sağlamak olmalıdır.

BEYİN ÇALIŞMA ÖZELLİKLERİNİ ETKİLEYEN NEDENLER

1.Ge­ne­tik,
2.An­ne­nin has­ta­lı­ğı,
3.Zor do­ğum,
4.An­ne sü­tü,
5.Bey­ni et­ki­le­yen ateşli has­ta­lık­lar,
6.Bes­len­me özellikleri,
7.Hafif ya da şiddetli ka­fa dar­beleri,
8. Aşılar,
9.Ge­nel anes­te­zi al­tın­da ge­çi­ri­len ame­li­yat­lar,
10. Stres,

Yukarıda adı geçen nedenler beyin gelişimini ve çalışmasını etkileyerek beyin çalışma bozukluklarıyla ortaya çıkan pek çok hastalık biçimini oluştururlar. Bu hastalıklardan biri de epilepsidir. Bir başka değişle, MR ya da tomoğrafi gibi görüntüleme yöntemleriyle açıklanamayan nörolojik ve psikiyatrik hastalıkların nedeni, yukarıda adı geçen etkenlerdir.

1. Anne-babadan alınan genetik özellikler, beyin özelliklerinin temel yapısını oluşturur. Sayılan diğer faktörler, genetik yönden belirlenen özellikler üzerine bina edilir.
2. Annenin hamile iken içinde bulunduğu hastalık durumu, vücuttaki kimi hormonal çalışma bozukluklarına neden olur ve anne ile karnındaki bebeğin ilişkisini sağlayan kordonun çalışmasını etkileyerek bebeğin beyin gelişiminde değişikliklere neden olabilir.
3. Doğum zorlukları sonucu bebeğin beyin kanlanması geçici olarak etkilenebilir.
4. Anne sütü içinde bulunan kimi maddeler beyin gelişimi için gereklidir.
5. Kimi bakteriyel ve virüsler beyin çalışmasını etkileyebilir.
6. Gelişen teknoloji ile değişen beslenme alışkanlıkları sonucu ortaya çıkan doğal olmayan besinler, beyin üzerinde önemli etkilere sahiptir. Bin yıllar boyunca doğada, doğal halde bulunan besinlerle gelişen bünyemiz; özellikle son 50 yılda ortaya çıkan yapay besin ürünlerine yabancıdır. Karton kutularda bir çok işlemden geçirilerek satılan sütler doğallıklarını tamamen yitirmişlerdir. Ekmek; saf buğdaydan değil, özü ve kepeğini kaybetmiş buğdaydan yapılır. Yürüyemeden, güneş ışığı görmeden ve tek yönlü beslenme ile yetiştirilen tavukların etleri ne derece sağlıklıdır? Sofra şekeri (glükoz) ile hazırlanan besinler ve şekerin kendisi, tamamen rafine edilmiş bir üründür ve sindirim yoluyla alınması insan bünyesine zararlıdır. İnsan vücudu; besin maddesi olarak aldığı protein, yağ ve birleşik karbonhidratlardan şekeri elde eder. Doğrudan alınan basit şeker, önce insülin sonra diğer vücut sistemlerini olumsuz yönde etkileyerek hastalıkların oluşmasına zemin hazırlar.
Özellikle saf şeker başta olmak üzere, doğal olmayan besin maddelerinin önemli etkileri beyinde gözleniyor. Saf şekerin ve glisemik endeksi arttıran hamur işi gibi diğer besin maddelerinin beyin üzerinde uyarıcı etkileri vardır. Bu etki, çocukluk dönemlerinden itibaren beyin tarafından öğrenilir. Beyin çalışma özellikleri duyarlı hale geldiği durumlarda (sinirli, üzgün, yorgun, dikkat azlığı vb.) beyin uyarılma ihtiyacı hissederek bu maddelerin alınmasını ister. Çayda bulunan tein, kahvede kafein, kolada x maddesi ve şeker, sigarada nikotin, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğunda kullanılan ilaçların içeriğinde yer alan amfetamin, beyin uyarıcı özelliği olan diğer maddelerdir. Sonuçta, beyin çalışma özelliklerinin; hem bağımlılık yapıcı etkisiyle hem de bağımlılığın oluşturduğu maddelerin vücut üzerindeki zararlı etkisiyle beyin çalışma bozukluklarıyla görülen hastalıkların gelişiminde önemli etkileri olduğu gözlenir.
7. Beyin, kafatası içinde, etrefında su dolu bir kesede bulunur. Kafatası içinde çeşitli kemik çıkıntıları vardır. İvmeli kafa hareketleri, beyne zarar verebilir ve sonuçta beyin çalışması etkilenebilir. Beyin ön bölgesi çalışmasıyla insan kişilik özelliklerinin önemli bir bölümü şekillenir. Sinirli, sabırsız, dikkat eksikliği olan bir kişinin beyin ön bölge çalışması duyarlıdır. Beyin temporal (şakak) bölgeleri ise duyguların ton ayarının yapıldığı bölgelerdir.
Ayrıca bellek merkezi olan hipokampus ve bağlantılı olarak duyguların depolandığı yer olan amigdala, temporal bölgenin yakın komşuluğundadır.
Kafa darbesinden sonra epileptik nöbetler ortaya çıkabilir. Bu durum, alınan darbenin şiddetinden çok, darbe alındığı andaki beyin çalışma özellikleriyle ilişkilidir. Çok şiddetli bir darbe herhangi bir yakınma oluşturmazken, daha hafif şiddetteki darbeler; epileptik nöbet, başağrısı, depresyon, kronik baş dönmesi, kronik kulak çınlaması ve hatta hipertansiyon ve astım krizlerine yol açabildiği bilinmektedir.
Kafa darbeleri sonucu kimi beyin cerrahi uzmanları, antiepileptik ilaç tedavisi başlarlar. Bu gereksizdir. Kafa darbeleri sonrası sadece epilepsi oluşmaz. Gereksiz ilaç kullanımı beyne zarar verebilir. Önemli olan, darbe alındıktan sonra yapılacak beyin çalışma özelliklerini değerlendirebilen yöntemlerdir. Rutin EEG ve sonrasında QEEG takipleri, olası epileptik etkinliği önceden değerlendirebilen en iyi yöntemlerdir.
8. Aşılarda yer alan alimünyum, civa gibi ağır metallerin beyin üzerinde olumsuz etkileri vardır. 2002 yılında batılı ülkelerde bu maddelerin aşılardan çıkartılmasına karar verildi. Ülkemize dışarıdan gönderilen aşıların içeriği halen belirsiz. Üstelik Sağlık Bakanlığı yaptığı bir açıklamada, ağır metal içeren aşıların zararının olmadığını açıkladı. Oysaki son 50 yıl içinde otizm, dikkat eksikliği, epilepsi, immun sistem hastalıkları gibi durumlar, aşı uygulamasının yaygınlaşmasıyla birlikte önemli artış olduğu gözleniyor.
Son günlerde ülkemizde tanıtımı yapılan pnömokok aşısı alüminyum içeriyor. ABD’ndeki uygulamalarda; epileptik nöbet geçirme (sara), yüksek ateş, aşırı sinirlilik gibi yan etkilerinin olduğu bildirilmiştir. Aşı, ABD’nde 2000 yılında kullanım izni almış ve aşı sonrası 79 çocuğun öldüğü, toplam 3243 çocukta yan etki ortaya çıktığı bilinmektedir. 1-3
Amerika’da aşılardaki ağır metallerin çıkartılması önerilirken Sağlık Bakanlığının “zararsız” açıklaması, aşılara karşı güvensizlik yaratıyor.
9. Yapılan çalışmalar, anestezik maddelerin beyin işlevleri üzerine olumsuz etkileri olduğunu bildiriyor. Klinik uygulamalarda, öykü alırken kimi hastaların ısrarla, yakınmaların ameliyat sonrası başladığını ifade etmesi, bilimsel verilerle bütünleşiyor. Ameliyatlarda kullanılan genel anestezikler, beyin ön bölge çalışma özelliklerini etkileyerek ve olasılıkla önceden var olan duyarlılıkları arttırmasıyla zararlı olabiliyor.4-7
10. Milyarlarca beyin hücresinin oluşturduğu trilyonlarla ifade edilebilen ağ sistemi nedeniyle, her beynin ya da her bireyin akıl ve kişilik özellikleri kendine özgü (şahsına münhasır) ve tektir. Bu nedenle yaşamış ve yaşayan insanlar, genetik özellikler bakımından benzerlikler gösterebilir ama birbirlerine tıpatıp benzemezler. Her bireyin sahip olduğu benzersiz beyin çalışma özellikleri, yukarıda adı geçen etkenlerle şekillenerek kendi duygu, düşünce ve davranış özelliklerini belirler. Stresin etkisi bu nedenle her beyinde farklıdır. Çünkü, her beynin çalışma özellikleri farklıdır. Kimi bir olaya çok şiddetli öfke ve saldırganlık tepkileri verirken kimi depresyona girer. Bir başkasında ise kalp spazmı gözlenir.
Beyin temel gelişimini 21’li yaşlarda tamamlar. Bu yaşlardan sonra beyin gelişimi plastisite (yeni bilgileri işlemek ya da bozulan çalışma biçimini düzeltebilme becerisi) ile sağlanır. Stres, beyin gelişimini sürdürdüğü yaşlarda, beyin çalışma özelliklerini etkileyerek zararlı olabilir. 21 yaş sonrası stresin etkilediği beyin, gelişimi sırasında duyarlı çalışma özellikleri kazandığı için zararlıdır. 21 yaşa kadar beyin normal gelişimini tamamlamış ise, bu yaşlardan sonra stresten etkilenmeside kolay olmayacaktır.
Stres etkisiyle hemen tüm beyinlerin çalışma özellikleri etkilenir. Burada önemli olan beynin strese göstreceği dirençtir. Beyin çalışma özellikleri ne kadar iyi ise, stresten de o oranda az etkilenecek ve hastalık oluşturma potansiyeli olmayacaktır. Yukarıda anılan maddeler, beyin gelişimi döneminde, beyin çalışma özelliklerini etkileyerek hem hastalık oluşumunda etkilidirler hemde duyarlı beyin çalışma özellikleri yaratarak strese karşı beyin direncinin azalmasına yol açarlar.
Sonuçta 21 yaş sonrasında önemli olan stresin kendisi değil, etkilediği beynin çalışma özellikleridir.
Epilepsi hastalığı olan beyinlerin, strese karşı gösterdikleri direnç zayıftır. Bu nedenle stres altında nöbet geçirme olasılıkları artar (diğer hastalıklarda da durum aynıdır).
Bu nedenlerle epilepsi tedavisinde amaç, beynin duyarlı çalışma özelliklerini düzelterek strese karşı olan direnci artırmak olmalıdır. Ancak her insanın beyin çalışma özellikleri ve dolayısıyla strese karşı gösterdiği direç farklıdır. Bu nednle epilepsi tedavisinde de hastalık değil, hasta ön planda olmalıdır. Antiepileptik ilaç tedavisi odaklı yaklaşımlar bu nedenlerle başarısızlığa mahkumdur. Her hastanın beyin çalışma özellikleri kişiye özel olarak değerlendirilmeli, verilen tedavi önerileri gene kişiye özgü olmalıdır. Bu durum hekimin donanımıyla da ilgilidir. Hastayı ve hastalığı standart gören tıbbi yaklaşımlar, başarısız olurlar.

EPİLEPSİ HASTASINI ANLAMAK

Epilepsi, beyin çalışma bozukluğu sonucu ortaya çıkar. Bu nedenle bir epilepsi hastasında beyin çalışma bozukluklarıyla ilgili diğer belirtilerde sıklıkla görülür. Beyin çalışma özelliklerinin anlaşılması, eşlik eden diğer belirtiler hakkında bilgi sahibi olmamızı kolaylaştıracaktır.
Dikkati verme ve sürdürme
Dikkatin yönlendirilmesi
Kısa ve işleyen bellek
Sabır
Planlama, tasarlama
Yargılama
Tepki kontrolü
Düzenli olma
Kendini kontrol edebilme
Sorunları çözme
Ayrıntılı düşünme
Gelecekle ilgili öngörüde bulunma
Hatalardan ders çıkarma
Duyguları anlama ve ifade etme
Empati kurma
Sağduyu
Moral
Motivasyon
Beyin ön bölge çalışma özellikleri

Maddelerden anlaşılacağı üzere, beyin ön bölgesinin (prefrontal) çalışmasıyla kişilik özellikleri ortaya çıkar.

Temporal (şakak) bölgelerinin anormal çalışma özellikleri

Unutkanlık,
Deja vu (daha önce bulunmadığı yerle ilgili bulunmuş hissi),
Jamais vu (bildik yerleri tanıyamama),
Ara ara gelen ve nedensiz olan panik ve korkular,
Boşluğa düşme duygusu,
Kulağa gelen ses ve seslerin yorumlanması ile ilgili sorunlar (çınlama, hışırtı, sinek uçması vb... bazen anormal algı nedeniyle seslerin değişik işitilmesi),
Görme ile ilgili anormallikler; görme alanının kenarında gölge görülmesi, cisimlerin büyüklük ya da şekillerinin yanlış algılanması,
Koku duyulması,
Tadının hissedilmesi,
Deri üstünde böcek geziyor hissi,
Okumayı öğrenme zorluğu,
Sonradan gelişen okuma zorluğu,
Gergin kişilik hali (kolay gelişen öfke nöbetleri, sinirlenme, aklına nereden geldiğini bilmediği şiddet düşünceleri ve bunlardan dolayı korku ve tedirginlik yaşanması),
Hafif kuşkucu düşünce hali ( bu durum ılımlı paranoya olarak ifade edilebilir, benim hakkımda konuşuyorlar, bana gülüyorlar gibi, sosyal ilişkileri olumsuz etkiler),
Saygısızlık ya da değer vermeme,
Yazma, ya da konuşma sırasında sözcük bulmada zorluk,
Duygusal dengesizlik,
Dini düşüncelerde artış, sürekli ibadet etme, metafizik konularına aşırı ilgi,
Baş ağrıları,
Mide ağrıları,
Aşırı yazı yazma,

Paryetal (tepe) bölgenin anormal çalışma özellikleri

Kol ve bacakta pozisyon duyusu kaybolur.
Hissedebilme zorlaşır.
Yazı yazmada zorluk olur.
Okuma ve yazmada dil bilgisi hataları olur.
Sağ-sol ayrımı yapmak zorlaşır.
Okumada güçlük olur.
Sayı sayma, matematik problemi çözme zorlaşır.
Hafif dokunma duyusu azalır.
Yanlış giden birşeyler ya da sorunlar farkedilmez.
Yapısal beceriksizlik gelişir (Örneğin: oyun küpleri üstüste konup kule yapılamaz).
Cisimler dokunularak tanımak ve hissetmek zorlaşır.
Hastalık reddedilir.
Hastalıklar farkedilemez.
Vücut kısımları adlandırılamaz ve tarif edilemez.
Ağrı hissi-reaksiyonu azalır.
Cisimlere ulaşmada zorluk olur (görme beceriksizliği).
Ortam bilgilerinin hissedilmesi azalır.
Ellere, parmaklara, gözlere, kol ve bacaklara görsel kılavuzluk sağlanamaz (örneğin, top yakalanamaz).
Kol ve bacak pozisyonları algılanamaz.
Hareket yönünü hissetmek zorlaşır (örnegin, uçurtma uçurmakta zorlanır).
Sağ paryetal lob lokal sorunlarında vücudun sol tarafı reddedilir (örneğin, sadece sağ yüz tıraş edilir).
Bir şekli çizerek kopyalama, makasla kesme, yer tarifi, giyinme ve soyunma becerileri bozulur.
Gözler kapalı iken parmağın pozisyonu belirlenemez.
Yapılan hareketler tekrar edilemez.


Oksipital Bölge:


Klasik Türk filmlerinde işlenen konulardan biri de kaza sonrası oluşan körlüklerdir. Kafa arka kısmında yer alan bölgenin duyarlılığı sonucu gelişen görme sorunları, darbe alan yerin özelliklerine göre değişiklik gösterebilir. Renkleri tanıyamama, birbirinden ayırt edememe, renkleri tanıdığı halde ancak adlarını söyleyememe gibi renk körlüğü sorunları gelişebilir.
Disgrafi, yazma, okuma sorunlarıyla ortaya çıkan bir tablodur. Oksipital ve paryetal bölgeleri içine alan lezyonlarda görülebilir.
Görme alanımızın sağ tarafındaki görüntüler beynin sol oksipital bölgesine gider. Terside doğrudur. Sol oksipital bölgede görme merkezi etkilenmiş ise, görüş alanının sağ tarafında kararma olacaktır.

Beyin kabuğunda bulunan 4 bölgenin çalışma özelliklerinde oluşacak anormallikler, epilepsi hastalarında da sıklıkla gözlenir. Bu nedenle epilepsi hastasını değerlendirirken, beyin çalışma özellikleri bir bütün halinde incelenmelidir.

EPİLEPTİK BELİRTİLER

Her epilepsi hastası, kendi beyin çalışma özelliklerine göre yakınmalar ortaya çıkartır. Kimi bir anlık donakalır, kimilerinde epilepsi doğduğu anda başlar ve ölünceye kadar o kısacık yaşamında devam eder. Her yaşta başlayabilir. Çekilen MR ya da tomografilerde ender olarak bir neden saptanabilir. Çünkü neden, o filmlerle gösterilemez. Çünkü neden, beyin çalışma özellikleridir. Gözle görülemez.
Kimi insan, yaşamında ilk ve son kez içtiği bir esrarlı sigara ile nöbet geçirirken, kimileri için her an gelmesi beklenen yaşamın kabusu gibidir. Kimi sadece geceleri, ayda birkaç kez yatağına ıslatarak farkeder uykudaki nöbetlerini…
Beyin çalışma anormallikleri birden fazla bölgeyi etkilediğinde, epilepsi ile birlikte epilepsiyi taklit eden ama başka bir beyin çalışma bozukluğuyla birikte de görülebilir. Bu durumda tanı koymak güçleşir. Bir hekim “epilepsi” derken bir diğeri “değil” diyebilir.
Sonuç olarak epilepsi, beynin anormal çalışmasına bağlı olarak, kaynaklandığı beyin bölgesinin özelliklerine göre çok farklı biçimlerde ortaya çıkabilir. Burada önemli olan, epilepsi şüphesi olan hastanın beyin çalışma özelliklerini detaylı bir biçimde değerlendirilmesi gerektiğidir.

TEDAVİ

Beyin çalışma özellikleri değerlendirilen hastaya uygun tedavi yöntemleri önerilmelidir.

1. Klasik ilaç tedavilerinde, yaklaşık 10 adet ilaç arasından hekimin görüşüne göre ilaç ya da ilaçlar belirlenir.
2. Beslenme ile alınan maddeler kan aracılığıyla beyine ulaşarak gerekli hormon ve nörotransmiter yapımında kullanılırlar. Bu nedenle epilepsi hastalarında beslenme çok önemlidir. Öncelikle doğal olmayan her besin beyne zararlıdır. Beyaz ekmek, basit şeker içerikli ve glisemik içeriği yüksek olan tüm besinler (reçel, her türlü pasta, çörek, börek, hazır meyve suları, tüm gazlı içecekler, karton sütleri dahil işlenmiş tüm besinler, sofra şekeri (çay şekeri), yapay tatlandırıcılar, gofret, kekler, makarna, her türlü patates vb.) Ayrıca fabrikada yetişen tavuklar, çifliklerde üretilen balıklar, hububat ile tek yönlü beslenen küçük ve büyük baş hayvanların etlerini mümkün olduğunca yemeyiniz.
Beynin yakıtı; dışarıdan alınan şeker değil, karaciğerde kendi ürettiği şekerdir. Bu sayede beyne ulaşması gereken şeker miktarını bünye kendi belirler. Dışarıdan alınan glisemik içeriği yüksek besinler önce belirgin kan şekeri artışı ve ardından gene belirgin kan şekeri azalmasına (hipoglisemi) neden olarak vücüdun ve beynin kan şekeri kotrolünü bozarlar. Bu durum artan yaş ile daha belirğin biçimde ortaya çıkar. Çocukluk döneminde ise bu tip besinlerle beslenmekle kazanılan ve beyin tarafından alışılan beslenme tarzının sağladığı şeker bağımlılığı, hastalıkların gelişimine zemin hazırlayan önemli unsuru oluştururlar.
Bünyemiz; dışarıdan alınan yağları, proeinleri ve birleşik karbonhidratları şekere dönüştürerek, insanlık tarihi boyunca kazandığı bu özellik nedeniyle glisemik endeksi yüksek besinlere ihtiyaç hissetmez.
Epilepsi hastalarında diyet; yağlardan, proteinlerden ve sebze gibi birleşik karbonhidratlardan oluşmalıdır.

Örnek diyet:

Kahvaltı: Sucuk, pastırma, yumurta, zeytin, peynir, domates, biber vb. yeşillikler, 1 dilim tam köy ekmeği.
Öğlen: kıymalı mercimek yemeği, pilav, zeytinyağlı bir yemek, cacık/yeşil salata.
Akşam: Köfte, yeşil salata, zeytinyağlı bir yemek, yaprak sarma.
Öğün arası: fındık, antep fıstığı, badem, ceviz, tüm yaş ve kuru meyveler

3. Eğzersiz: Yaşa uygun yürüme ve koşma önerilebilecek en iyi eğzersizlerdir. Her gün mutlaka eğzersiz yapılmalıdır.
4. Nöroterapi: Ülkemizin henüz yabancı olduğu bu tedavi yönteminde amaç QEEG ile saptanan beyin çalışma anormalliklerinin düzeltilmesidir. Geçmişi ve günlük uygulamaları hakkında bilgi vermekte fayda olacaktır.
1924 yılında Hans Berger, bir çift elektrot ile ilk EEG kayıtlamasını gerçekleştirdi. 1932’de G.Dietsch, adı sonradan QEEG olan ilk dalga analiz yöntemini uyguladı. 1968 yılında Joe Kamiya, alfa dalga gücünün (amplitüd) istemli olarak kontrol edilebileceğini ve anksiyete bozukluklarında faydalı olabileceğini bildiren çalışması yayınlandı. İlk nöroterapi uygulaması olan bu yayın, kimi bilim çevrelerini etkileyerek yöntemin yaygınlaşmasını sağladı.
Günümüz nöroterapi uygulamalarının yaygın ve etkili bir yöntem olmasını sağlayan çalışmaları, 1970’li yıllarda, Barry Sterman ve Joel F Lubar gerçekleştirmiştir. İki kulağı birleştiren hayali çizginin altında kalan beyin bölgesi sensorimotor korteks adıyla anılır. Buradan yapılan kayıtlamalarda 12-15 Hz. arasında kalan beyin dalgalarına sensorimotor ritim (SMR) adı verilir. Anılan iki bilim adamı, SMR gücünü arttırıcı nöroterapi yöntemini, kedi ve maymunlara uygulamışlar ve hayvanların epilepsi nöbetlerine karşı daha dayanıklı olduklarını göstermişlerdir. Ardından uygulamayı epilepsi hastalarında yapmışlar, nöbet sıklığında ve ilaç dozunda azalmalar gözlemişlerdir.
Bu başarı çalışmaların ardından yapılan daha geniş çalışmalar sonucu, ilaçlara dirençli epilepsi hastalarının nöbet sayılarında ortalama %70 azalma gözlenmiş. Lubar, 10 yıl boyunca uyguladığı dikkat eksikliği hiperaktivite bozukluğu çalışmalarında %80 başarı sağlamıştır.
Nöroterapi, 1980’li yıllardan sonra dünyaya yayılmış ve kendi içinde çeşitli yöntemler geliştirilmiştir. Halen onlarca farklı nöroterapi cihazı üreten firma, yaygın olarak kullanılan 5 ayrı QEEG programı, 2 adet kabul edilmiş bilimsel yayın organı, 3 ayrı bilimsel dernek, 4 ayrı grubun gerçekleştirdiği uluslar arası kongreleriyle yaygınlığı gün geçtikçe artan bir tedavi yöntemi olmuştur.

Nöroterapi uygulama yöntemleri

Nöroterapi 30 dk. süren seanslar halinde uygulanır. Haftada en az 4, en fazla 18 seans uygulanabilir. Seans sayısı QEEG sonucuna göre belirlenir. Kimi özel durumlarda seans sayısının önemi olmayıp, sürekli seans halinde terapi verilebilir. Örneğin 15 aylık, başını tutamayan, kol ve bacaklarında istemli hareketi olmayan, cisimleri takip etmekte zorlanan, gelişme geriliği olan bir çocuğa günde 4-8 saat nöroterapi uygulanabilir.
Nöroterapi aletine bağlı olan 3 ya da 5 adet elektrot kafaya bağlanarak sürekli kayıt sağlanır. Aletin diğer ucu bilgisayardadır. Çalışılan bölgenin ölçümleri bir grafik ya da animasyon halinde kişiye monitörde gösterilir. Beyin dalgalarının hareketine göre animasyon hareket eder. Olması gereken dalga hareketine en yakın değer "eşik" olarak belirlenir ve eşik değer yakalandığında aletten çıkan ses, olumlu geri besleme (pozitif feedback) olarak beyni telkin eder. Saptanan eşik değer, beynin gösterdiği başarıya göre her seans başında, ya da seans sırasında tekrar ayarlanabilir. Eşik değer normal çalışma düzenine geldiğinde beynin normal çalışma düzenini öğrendiği görülür. QEEG çekimi tekrarında seansların başarısı takip edilir.

Diğer bir nöroterapi yöntemi HEG'dir (hemoensefalografi). Amacı, başa bağlanan bandın içinde yer alan kızılötesi ışın kaynağı ile beyin ön bölge kanlanmasını ölçerek arttırmaktır. Bu yöntemde de geri besleme özelliği kullanılır. Seanslar ile artan kanlanma oranı, metabolizma ürünlerinin daha hızlı biçimde uzaklaştırılmasını sağlayacak, daha çok oksijen ve gerekli maddelerin ulaştırılması ile beyin ön bölge hücrelerinin daha etkin çalışması sağlanacaktır.

GÜNCEL NÖROTERAPİ

Amerika Birleşik Devletlerinde başlayan ilk nöroterapi uygulamaları, 30 yıldan bu yana nöroloji, psikiyatrist ve psikologlar tarafından birçok ülkede ilgi görmektedir. QEEG öncülüğünde uygulanan nöroterapinin yan etkisi yoktur. Teorik olarak beyin çalışma bozukluğu gösteren ya da QEEG sonucunda anormallik saptanan her olguda uygulanabilir. Epilepsi, migren, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu, şizofreni, kronik yorgunluk sendromu, fibromiyalji sendromu, otizm, depresyon, Parkinson, anksiyete bozuklukları (panik atak, obsesif konpulsif bozukluklar, travma sonrası stres bozukluğu vb…), Alzheimer hastalığı gibi nörolojik ve psikiyatrik hastalıklarda yapılan ve yayınlanan başarılı çalışmalar bulunmaktadır.
NASA'da astronot ve pilotların dikkatlerini arttırmak için, iş ve okul performansı arttırma da, müzisyenler de performans arttırmak için kullanılmış, başarılı sonuçlar alınmıştır. Halen dünyanın hemen her ülkesinde uygulanmaktadır. Kimi uygulayıcılar sadece nöroterapi yapmakta, diğer hekimler tedavi yöntemlerine nöroterapiyi de eklemektedir. NASA’nın nöroterapiye gösterdiği ilgi, yaygınlaşmasında önemli etkisi olmuştur.
Nöroterapi, beyin çalışma duyarlılıklarını düzeltebilen bilimsel bir yöntemdir. Dışarıdan hastaya herhangi bir uyarı verilmez. Uygulama sırasında ağrı hissedilmez. Aşırı sinirli, dikkati dağınık, uykusuzluk çeken, baş ağrıları olan kişinin nöroterapiden çok fayda gördüğü ve bu yakınmalarına eşlik eden hipertansiyon ve kan şekeri sorunlarının da düzelebildiği görülmektedir. Çünkü nöroterapi ile beyin ön bölge duyarlılığı azaltılarak; hem beynin, hem de vücudun, daha iyi kontrolü sağlanabilmektedir.
Hastalıklarda, beyin hücrelerinin çalışma özellikleri etkilendiğinden, yeterli düzeyde nörotransmiter yapılamaz. Psikiyatri ve nöroloji tedavi yöntemlerinde kullanılan ilaçlar, iki beyin hücresi arasında iletişimi sağlayan nörotransmiterlerin oranını etkiler. Görüldüğü gibi asıl sorun hücrelerin çalışma özelliklerinin bozulmasıdır. Bozulan hücrelerin yapamadığı maddeleri dışardan vermek, sorunu çözmeyecek, sadece geçici iyilik hali sağlayacaktır. Çin atasözünde belirtildiği gibi aç olana balık verme, balık tutmayı öğret
Nöroterapi yönteminde, aç olan beyin hücrelerine nasıl balık tutması gerektiği öğretilir.
Beyin çalışma bozukluklarıyla ortaya çıkan hastalıklar, öğrenme modelli tedavi yöntemleriyle düzeltilerek, kalıcı etkiler sağlanabilir. www.noroterapi.com adlı sitemden ayrıntılı bilgilere ulaşılabilir.

SONUÇ

Her beyin, sahibi olduğu kişiye özeldir. Bu nedenle beyin çalışma bozuklukları için mutlaka kişiye özel yöntemler geliştirilmelidir. Hastaların sahip olduğu hastalıkları ve tedavileri genelleştirmek; tıp biliminin sığlaşmasına, hastaların güveninde azalmaya ve ümitsizliğe yol açar. Her insan çevresiyle, yaşam tarzıyla, kişilik özellikleriyle benzersizdir. Bu nedenle her hasta, kendine özel geliştirilen tedavi yöntemini hakeder.

Dr Güçlü Ildız
Nöroloji Uzmanı

Kaynaklar

Wyeth-Lederle Product Manufacturer Insert (Pneumococcal 7-Valent Conjugate Vaccine (PREVNAR). Issued February 2000.
Centers for Disease Control. Dec. 10,2001 press release: ACIP Votes to Temporarily Revise Recommendations for Pneumococcal Conjugate Vaccine,
Vaccine Adverse Event Reporting System (VAERS) Data
Zhang Lianyi, Zheng Chongxun, A new method to monitor depth of anesthesia based on the autocorrelation EEG signals Inst. of Biomed. Eng., Xi'an Jiaotong Univ., China.
Neural Interface and Control, 2005 First International Conference on 26-28 May 2005 On page(s): 123- 126
Takeshi Kubota, Kazuyoshi Hirota, Effects of sedatives on noradrenaline release from the medial prefrontal cortex. Psychopharmacology Volume 146, Number 3 / October, 1999
Wolfgang Heinke ve Stefan Koelsch, Anestetiklerin Beyin Aktivitesi Ve Kognitif Fonksiyonlar Üzerine Etkisi. Current Opinion In Anesthesiology Year: 2006 Volume: 1 No: 1